Şu günlerde İstanbul Modern'de kaçırılmayacak bir sergi var, 'STFA KM. 441 İlkler'. 19 Aralık'dan 20 Ocak'a kadar devam edecek olan sergi, Türkiye'nin bayındırlık, mühendislik tarihine ışık tutarak ülkenin modernleşme sürecine başka bir pencereden bakmamızı sağlıyor.
Konusu itibariyle ilgi çekici ve belgesel niteliğe sahip olan bu sergide Türkiye'nin mühendislik tarihini yazan iki mühendisi olarak kabul edilen Sezai Türkeş ve Feyzi Akkaya'nın 1938'de kurmuş olduğu STFA'nın inşaat alanındaki önemli gelişmelerine izleyici tanıklık ediyor. STFA'nın bir modern ve çağdaş sanat müzesinde, İstanbul Modern'de yer alması oldukça ilginç ve heyecan verici bir işbirliği olarak yorumlanabilir.
Bir inşaat firmasının tarihsel bir bellek oluşturabilmek amacıyla kuruluşundan, ilk çalışmalarından bu yana oluşturduğu zengin arşiv, belirli başlıklar çerçevesinde izleyiciye sunuluyor. STFA'nın kurumsallaşma sürecindeki ilerleyişi, şirketin holding olarak bu günlere taşınmasındaki etkenler ve ilklere referans veren bu 7 başlık altında fotoğraflar, maketler, çizimler, inşaat ve mühendisliğe dair birtakım öğeler ve ipuçlarıyla konu hakkında kapsamlı bilgi edinilebiliyor. Sanat müzesinde, müzenin izleyicisine yabancı olabilecek bir konuda kapsamlı bir bilgilendirme olanağı sunan sergide, fotoğraf, maket, çizimler, inşaat ve mühendisliğe dair birtakım öğeler ve şantiye yaşamına dair ipuçlarıyla bir başarı öyküsü kronolojik olarak ele alınıyor aynı zamanda kurucuları Sezai Türkeş ve Feyzi Akkaya'nın örnek alınacak kişiliklerine ve yaşamlarına da değinerek STFA'nın kilometre taşları kabul edilebilecek dönüm noktaları gözler önüne seriliyor.
20 Aralık 2012 Perşembe
16 Kasım 2012 Cuma
Şehrin Sanat Ritmi
İstanbul, her geçen gün kültür-sanat anlamında çok daha heyecan verici bir şehir olmaya başladı. Galerilerde, müzelerde açılan sergilerin hızına yetişmek mümkün değil. Aylık dergileri alıp şehirde hangi sergiler açılacak, hangi sanat etkinlikleri düzenlenecek bunları okuyup okuyup listelemek, post-itlerle ajandalara yapıştırmak güzel; ama içlerinden 1-2 tanesini bile kaçırdığımda üzülüyorum. Hepsine gitme isteği var içimde, İstanbul'un eylül ayından itibaren girdiği bu hızlı tempoda ona destek olmak gerek, her serginin hakkını vermek gerek.
2012 Sonbahar'ına en damga vuran sanatsal olay bence, ilk kez düzenlenen İstanbul Tasarım Bienali oldu. Tasarım Bienali kapsamında 2 ayrı mekanda sergi açıldı. Bu mekanlardan biri İstanbul Modern, diğeri ise Galata Rum İlkokulu. İstanbul Modern'deki 'Musibet' adlı serginin küratörlüğünü Emre Arolat üstleniyor. 'Musibet' sergisinde kentsel dönüşüm ve beraberinde onun süreçleri ele alınıyor. Son günlerde gündemde sıklıkla rastladığımız bir konu olan o çok meşhur kentsel dönüşüm tüm politik, sosyal, toplumsal yanlarıyla ve bağlantılı olabileceği diğer pek çok küçük ya da büyük etki alanlarıyla ele alınıyor. Sergide yer alan işlerden önce ilk olarak sergi mekanının kurulumu dikkat çekiyor. Bir hapishane kurgusuyla oluşturulan sergi mekanında iç içe geçmiş hücre benzeri odalar yer alıyor ve işler bu odalarda sergileniyor. 'Musibet' sergisinde kentsel dönüşüme dair eleştiriler sunan, kent kimliğini farklı yorumlamalarla ortaya koyan işler dikkat çekici, düşündürücü, çoğu zaman tedirgin edici ve tam anlamıyla izleyiciye değişik bir sergi deneyimi sunma amaçlı. Sergi mekanı labirent gibi olan düzeniyle bile insanı cezbetmeye yeter, sergi mekanına girerken geçilen demir parmaklıklı kapı bile insanı bir anda İstanbul Modern'in geniş sergi alanından bambaşka bir boyuta taşımaya yetiyor ve gerçekten de insan sergiyi gezerken bambaşka bir mekanda, bambaşka bir hisle tamamen anlatılana, verilen mesaja odaklanmış bir şekilde zamanını geçirebiliyor. Ne diyebilirim ki tam anlamıyla etkileyici bir sergi deneyimi sundu bana 'Musibet' ve bu, kesinlikle herkesin görüp deneyimlemesi gereken bir sergi. Galata Rum İlkokulu'nda Joseph Grima'nın küratörlüğünde gerçekleşen 'Adhokrasi' adlı sergiyi henüz gezme fırsatım olmadı, bunca zamandır merakımı nasıl kontrol altında tutabildim de kendimi oraya atmadım bilmiyorum, en kısa zamanda gidip göreceğim. İstanbul Tasarım Bienali, 12 Aralık'a kadar devam ediyor. Kaçırılmaması gereken bir etkinlik!
Şehrin bir diğer önemli etkinliği ise 22-25 Kasım tarihlerinde gerçekleşecek olan Contemporary Istanbul. Contemporary Istanbul yeni bir oluşum öyle ki bu sene yedincisi düzenleniyor; ama Art Basel ve Frieze Art Fair gibi dünyaca ünlü fuarlar kategorisinde yer almasını herkes ister, bekler. Contemporary Istanbul, beni çok heyecanlandırıyor. Çağdaş sanatçıları bünyesinde barındıran galerilerin katıldığı ve sanatçıların işlerinin toplu halde sunulduğu bir ortam olması harika bir bilgi kaynağı; hem görerek hem o havayı soluyarak hatta sanatçıları ve galericileri de görerek bir şeyler öğrenebilmek ve kendimi konu ile ilgili zenginleştirebilmek imkanı bulabiliyorum. Bir de bu sene Contemporary Istanbul paralelinde Artistanbul, A Week of Art adı altında bir dizi sergi açılışı ve sergi etkinliği gerçekleşiyor ve hatta belli tarihlerde sanat galerilerinin yoğun olduğu bölgelere özel turlar düzenleniyor. Artistanbul, 19-25 Kasım tarihleri arasında yüksek bir tempoyla devam edecek.
2012 Sonbahar'ına en damga vuran sanatsal olay bence, ilk kez düzenlenen İstanbul Tasarım Bienali oldu. Tasarım Bienali kapsamında 2 ayrı mekanda sergi açıldı. Bu mekanlardan biri İstanbul Modern, diğeri ise Galata Rum İlkokulu. İstanbul Modern'deki 'Musibet' adlı serginin küratörlüğünü Emre Arolat üstleniyor. 'Musibet' sergisinde kentsel dönüşüm ve beraberinde onun süreçleri ele alınıyor. Son günlerde gündemde sıklıkla rastladığımız bir konu olan o çok meşhur kentsel dönüşüm tüm politik, sosyal, toplumsal yanlarıyla ve bağlantılı olabileceği diğer pek çok küçük ya da büyük etki alanlarıyla ele alınıyor. Sergide yer alan işlerden önce ilk olarak sergi mekanının kurulumu dikkat çekiyor. Bir hapishane kurgusuyla oluşturulan sergi mekanında iç içe geçmiş hücre benzeri odalar yer alıyor ve işler bu odalarda sergileniyor. 'Musibet' sergisinde kentsel dönüşüme dair eleştiriler sunan, kent kimliğini farklı yorumlamalarla ortaya koyan işler dikkat çekici, düşündürücü, çoğu zaman tedirgin edici ve tam anlamıyla izleyiciye değişik bir sergi deneyimi sunma amaçlı. Sergi mekanı labirent gibi olan düzeniyle bile insanı cezbetmeye yeter, sergi mekanına girerken geçilen demir parmaklıklı kapı bile insanı bir anda İstanbul Modern'in geniş sergi alanından bambaşka bir boyuta taşımaya yetiyor ve gerçekten de insan sergiyi gezerken bambaşka bir mekanda, bambaşka bir hisle tamamen anlatılana, verilen mesaja odaklanmış bir şekilde zamanını geçirebiliyor. Ne diyebilirim ki tam anlamıyla etkileyici bir sergi deneyimi sundu bana 'Musibet' ve bu, kesinlikle herkesin görüp deneyimlemesi gereken bir sergi. Galata Rum İlkokulu'nda Joseph Grima'nın küratörlüğünde gerçekleşen 'Adhokrasi' adlı sergiyi henüz gezme fırsatım olmadı, bunca zamandır merakımı nasıl kontrol altında tutabildim de kendimi oraya atmadım bilmiyorum, en kısa zamanda gidip göreceğim. İstanbul Tasarım Bienali, 12 Aralık'a kadar devam ediyor. Kaçırılmaması gereken bir etkinlik!
Şehrin bir diğer önemli etkinliği ise 22-25 Kasım tarihlerinde gerçekleşecek olan Contemporary Istanbul. Contemporary Istanbul yeni bir oluşum öyle ki bu sene yedincisi düzenleniyor; ama Art Basel ve Frieze Art Fair gibi dünyaca ünlü fuarlar kategorisinde yer almasını herkes ister, bekler. Contemporary Istanbul, beni çok heyecanlandırıyor. Çağdaş sanatçıları bünyesinde barındıran galerilerin katıldığı ve sanatçıların işlerinin toplu halde sunulduğu bir ortam olması harika bir bilgi kaynağı; hem görerek hem o havayı soluyarak hatta sanatçıları ve galericileri de görerek bir şeyler öğrenebilmek ve kendimi konu ile ilgili zenginleştirebilmek imkanı bulabiliyorum. Bir de bu sene Contemporary Istanbul paralelinde Artistanbul, A Week of Art adı altında bir dizi sergi açılışı ve sergi etkinliği gerçekleşiyor ve hatta belli tarihlerde sanat galerilerinin yoğun olduğu bölgelere özel turlar düzenleniyor. Artistanbul, 19-25 Kasım tarihleri arasında yüksek bir tempoyla devam edecek.
8 Eylül 2012 Cumartesi
İki Galeri - İki Sergi
Sezona hızlı bir giriş yaptım, hızımı kesmeden, galeri-sergi gezilerimin ardı arkası kesilmeden devam etmek istiyorum bu sürece..
Tophane'de yer alan iki sergiyi gezme fırsatı yakaladım. İlk etapta 'Küçük Hakikatler' sergisi için Egeran Galeri'yi ziyaret ettim, Egeran Galeri, Selim Birsel, Ali Kazma, Ali Emir Tapan, Nasan Tur ve Mürüvvet Türkyılmaz'ın işlerinden oluşan bir sergiye evsahipliği yapıyor şu günlerde. Mürüvvet Türkyılmaz ve Ali Kazma'nın sergide yer alan sanatçılardan biri olduğunu öğrendiğimde hem onların işlerini görmek hem de diğer sanatçıları keşfedebilmek adına bu sergiyi mutlaka görmem gerektiğine inandım.Özellikle Ali Kazma'nın 2013 yılında gerçekleşecek 55. Venedik Bienali'nde Türkiye'yi temsil edecek sanatçı olarak seçilmesi sanatçının ortaya koyduğu işlere olan ilgiyi arttıyor. En azından kendi adıma bunu söyleyebilirim.
Sergi tanıtım metninden sergi başlığının Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü isimli romanının referansına sahip olduğunu öğreniyorum. Serginin çıkış noktası, tanıtım metninde çok güzel ifade edilmiş ve sergide yer alan işler serginin bağlamı açısından çok anlaşılır bir noktaya oturtulmuş. Anı yakalama, hafızanın cisimleştirilmesi ve zamana karşı verilen savaş olmak üzere üç ana tema üzerinden ilerleyen sergide yer alan işler, tam anlamıyla bu kavramların nesneleştirilmiş halleri olarak izleyiciye sunuluyor. Özellikle sergide üç işi bulunan Mürüvvet Türkyılmaz'ın 'Köşedeki Manzaralı Kahve' ve 'Yenidoğanın Hayata Alışması' isimli işleri görülmeye değer, Mürüvvet Türkyılmaz'ın bu iki işinde de incelenecek çok detay var, bunlardan en önemlisi de sanatçının bir bilinç akışı olarak kaleminden dökülen kelimeler ve biçimselleşen yazılar.
'Küçük Hakikatler' sergisi 6 Ekim'e kadar devam ediyor.
Egeran Galeri'yi ziyaretimin ardından Pg Art Gallery'deki 'Arınma' sergisini ziyaret ettim. Sena Başöz, Hacer Kıroğlu, Kerem Ozan Bayraktar ve Candaş Şişman'ın işlerinden oluşan sergide sanatın arındırıcı işlevine odaklanılıyor. 'Arınma' sergisinde hissettiğim tam anlamıyla bir dinginlikti. Sanatçılar işlerinde, arınma beraberinde gelen dinginliği ifade ediyordu sanki. Çalışmalar hareket, gürültü, felaket, karmaşa, kirlenmek gibi süreçlerin ardından gelen durulmayı, arınmayı ve varolan durumdan arınarak sıyrılmayı yansıtıyor. Ben böyle yorumladım. Sergideki işler için herhangi bir tanıtım metni yer almıyordu, girişte masalarda yanyana dizilmiş üzerlerinde her bir işin görselinin yer aldığı kağıtlar gördüm ve bu kağıtların yanlarında da kalemler.. Ziyaretçiden işlerin görsellerinin yer aldığı kağıtlara çalışmalar ile ilgili bir düşünce yazısı yazması isteniyordu. Ziyaretçinin serginin küratörü gibi eser metnini yazması, bir anlık da olsa bu görevi üstlenmesi değişik bir sergi deneyimiydi. Ziyaretçilerin yazdıkları/yazacakları metinlerle serginin esas metninin oluşturulması amacıyla sunulan bu fikir oldukça hoşuma gitti.
'Arınma' sergisi 23 Eylül'e kadar devam ediyor.
Tophane'de yer alan iki sergiyi gezme fırsatı yakaladım. İlk etapta 'Küçük Hakikatler' sergisi için Egeran Galeri'yi ziyaret ettim, Egeran Galeri, Selim Birsel, Ali Kazma, Ali Emir Tapan, Nasan Tur ve Mürüvvet Türkyılmaz'ın işlerinden oluşan bir sergiye evsahipliği yapıyor şu günlerde. Mürüvvet Türkyılmaz ve Ali Kazma'nın sergide yer alan sanatçılardan biri olduğunu öğrendiğimde hem onların işlerini görmek hem de diğer sanatçıları keşfedebilmek adına bu sergiyi mutlaka görmem gerektiğine inandım.Özellikle Ali Kazma'nın 2013 yılında gerçekleşecek 55. Venedik Bienali'nde Türkiye'yi temsil edecek sanatçı olarak seçilmesi sanatçının ortaya koyduğu işlere olan ilgiyi arttıyor. En azından kendi adıma bunu söyleyebilirim.
Sergi tanıtım metninden sergi başlığının Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü isimli romanının referansına sahip olduğunu öğreniyorum. Serginin çıkış noktası, tanıtım metninde çok güzel ifade edilmiş ve sergide yer alan işler serginin bağlamı açısından çok anlaşılır bir noktaya oturtulmuş. Anı yakalama, hafızanın cisimleştirilmesi ve zamana karşı verilen savaş olmak üzere üç ana tema üzerinden ilerleyen sergide yer alan işler, tam anlamıyla bu kavramların nesneleştirilmiş halleri olarak izleyiciye sunuluyor. Özellikle sergide üç işi bulunan Mürüvvet Türkyılmaz'ın 'Köşedeki Manzaralı Kahve' ve 'Yenidoğanın Hayata Alışması' isimli işleri görülmeye değer, Mürüvvet Türkyılmaz'ın bu iki işinde de incelenecek çok detay var, bunlardan en önemlisi de sanatçının bir bilinç akışı olarak kaleminden dökülen kelimeler ve biçimselleşen yazılar.
'Küçük Hakikatler' sergisi 6 Ekim'e kadar devam ediyor.
Egeran Galeri'yi ziyaretimin ardından Pg Art Gallery'deki 'Arınma' sergisini ziyaret ettim. Sena Başöz, Hacer Kıroğlu, Kerem Ozan Bayraktar ve Candaş Şişman'ın işlerinden oluşan sergide sanatın arındırıcı işlevine odaklanılıyor. 'Arınma' sergisinde hissettiğim tam anlamıyla bir dinginlikti. Sanatçılar işlerinde, arınma beraberinde gelen dinginliği ifade ediyordu sanki. Çalışmalar hareket, gürültü, felaket, karmaşa, kirlenmek gibi süreçlerin ardından gelen durulmayı, arınmayı ve varolan durumdan arınarak sıyrılmayı yansıtıyor. Ben böyle yorumladım. Sergideki işler için herhangi bir tanıtım metni yer almıyordu, girişte masalarda yanyana dizilmiş üzerlerinde her bir işin görselinin yer aldığı kağıtlar gördüm ve bu kağıtların yanlarında da kalemler.. Ziyaretçiden işlerin görsellerinin yer aldığı kağıtlara çalışmalar ile ilgili bir düşünce yazısı yazması isteniyordu. Ziyaretçinin serginin küratörü gibi eser metnini yazması, bir anlık da olsa bu görevi üstlenmesi değişik bir sergi deneyimiydi. Ziyaretçilerin yazdıkları/yazacakları metinlerle serginin esas metninin oluşturulması amacıyla sunulan bu fikir oldukça hoşuma gitti.
'Arınma' sergisi 23 Eylül'e kadar devam ediyor.
29 Ağustos 2012 Çarşamba
Sonbahar Öncesi
Uzun, sıcak bir yazın ardından şu dönem tam da yazdan çıkış ve sonbaharın hızlı temposuna adım atmaya hazırlanma zamanı..
Birbirinden çeşitli sergiler, kültür sanat etkinlikleri için her bir kurum hızlıca çalışmalarını sürdürüyordur eminim, Eylül ile birlikte sergi açılışları bir bir gerçekleşmeye başlayacaktır.
Hepsi için çok heyecanlıyım, yine her zamanki gibi.. Yazı yazma konusunda ilk ilhamı bana hangi sergi ya da kültür etkinliği verirse onunla başlayacağım yazmaya. Henüz ilhamımı beklerken ve sonbaharın gelişini ordan burdan duyduğum, bir yerlerde okuduğum, rastladığım kültür sanat etkinlikleriyle karşılarken geçtiğimiz günlerde izlediğim ve oldukça beğendiğim bir film hakkında yazı yazarak hafif bir geçiş yapmak istiyorum.
İzlediğim filmin ismi, 360. Gerçekten de beni etkileyen bir film oldu. Herkes böyle midir bilmiyorum
ama bende etkilendiğim filmlerin yarattığı hal bambaşka oluyor. Etkileniyorsam fazla bir etki yaşıyorum bünyemde, birkaç gün film üzerinde düşünüyor, gerçekten filmdeki karakterler, olaylar benim hayatımın bir kenarından köşesinden geçmiş gibi hissediyorum.
360, vizyona girişi ses getiren bir film değil, bir anda sinema afiş panosunda beliriverdi. Filmi araştırdığımdaysa 2011 yılına ait bir yapım olduğunu öğrendim, fiİlmin oyuncu kadrosunu gördüğümde kaçırılmaması gereken bir film olduğunu düşündüm.
Tüm karakterlerin birbirlerine bağlı olduğu filmleri çok seviyorum. Filmin ilerleyen akışında bunun ayrımına varmak hoşuma gidiyor. 360 tam da bu bahsettiğim duruma uyuyor, zengin bağlantılar içeren bir film karşımıza çıkıyor.
Her bir şehirde başka bir hikaye var; bu hikaye kahramanlarının hangi şehirlerde, ne tür bağlantılarla yollarının kesişeceğini tüm film heyecanla bekledim ne zaman ki büyün bağlantılar bir bir yolunu buldu, tüm kesişmeler gerçekleşti bu sefer de heyecanla filmin sonunu merak etmeye başladım. Hiç bitmesini istemeden sonunun gelmesini istedim ve en nihayetinde değişik bir ruh haliyle tamamladım filmi.
Bazı anlarda Woody Allen filmi izler gibi hissettim kendimi, bana o tadı verdi. Bazı sahnelerin naifliği, gerçekten uzakmış gibi duran; ama aslında bir o kadar da gerçeğe yakın olan Woody Allen filmlerinin sahnelerini, konusunu, karakterlerini fazlasıyla hatırlattı. Bilmiyorum belki de film başlamadan önce gelecek filmler bölümünde fragmanını izlediğim Woody Allen'ın yeni filmi 'To Rome With Love' etkisiyle ve aklımda kalan tortularla bu hislere kapıldım. Kısacası 360 güzel, bağlayıcı, merak uyandırıcı ve keyifle izlenesi bir film ve fazlasıyla da gerçek...
Filmin künyesini paylaşmak yerine afişini paylaşmanın daha etkili olacağını düşündüm; zira tüm oyuncu kadrosu afişte yazıyor ve bu da filmle ilgili ilk izlenimi oldukça etkileyici kılıyor.
Birbirinden çeşitli sergiler, kültür sanat etkinlikleri için her bir kurum hızlıca çalışmalarını sürdürüyordur eminim, Eylül ile birlikte sergi açılışları bir bir gerçekleşmeye başlayacaktır.
Hepsi için çok heyecanlıyım, yine her zamanki gibi.. Yazı yazma konusunda ilk ilhamı bana hangi sergi ya da kültür etkinliği verirse onunla başlayacağım yazmaya. Henüz ilhamımı beklerken ve sonbaharın gelişini ordan burdan duyduğum, bir yerlerde okuduğum, rastladığım kültür sanat etkinlikleriyle karşılarken geçtiğimiz günlerde izlediğim ve oldukça beğendiğim bir film hakkında yazı yazarak hafif bir geçiş yapmak istiyorum.
İzlediğim filmin ismi, 360. Gerçekten de beni etkileyen bir film oldu. Herkes böyle midir bilmiyorum
ama bende etkilendiğim filmlerin yarattığı hal bambaşka oluyor. Etkileniyorsam fazla bir etki yaşıyorum bünyemde, birkaç gün film üzerinde düşünüyor, gerçekten filmdeki karakterler, olaylar benim hayatımın bir kenarından köşesinden geçmiş gibi hissediyorum.
360, vizyona girişi ses getiren bir film değil, bir anda sinema afiş panosunda beliriverdi. Filmi araştırdığımdaysa 2011 yılına ait bir yapım olduğunu öğrendim, fiİlmin oyuncu kadrosunu gördüğümde kaçırılmaması gereken bir film olduğunu düşündüm.
Tüm karakterlerin birbirlerine bağlı olduğu filmleri çok seviyorum. Filmin ilerleyen akışında bunun ayrımına varmak hoşuma gidiyor. 360 tam da bu bahsettiğim duruma uyuyor, zengin bağlantılar içeren bir film karşımıza çıkıyor.
Her bir şehirde başka bir hikaye var; bu hikaye kahramanlarının hangi şehirlerde, ne tür bağlantılarla yollarının kesişeceğini tüm film heyecanla bekledim ne zaman ki büyün bağlantılar bir bir yolunu buldu, tüm kesişmeler gerçekleşti bu sefer de heyecanla filmin sonunu merak etmeye başladım. Hiç bitmesini istemeden sonunun gelmesini istedim ve en nihayetinde değişik bir ruh haliyle tamamladım filmi.
Bazı anlarda Woody Allen filmi izler gibi hissettim kendimi, bana o tadı verdi. Bazı sahnelerin naifliği, gerçekten uzakmış gibi duran; ama aslında bir o kadar da gerçeğe yakın olan Woody Allen filmlerinin sahnelerini, konusunu, karakterlerini fazlasıyla hatırlattı. Bilmiyorum belki de film başlamadan önce gelecek filmler bölümünde fragmanını izlediğim Woody Allen'ın yeni filmi 'To Rome With Love' etkisiyle ve aklımda kalan tortularla bu hislere kapıldım. Kısacası 360 güzel, bağlayıcı, merak uyandırıcı ve keyifle izlenesi bir film ve fazlasıyla da gerçek...
Filmin künyesini paylaşmak yerine afişini paylaşmanın daha etkili olacağını düşündüm; zira tüm oyuncu kadrosu afişte yazıyor ve bu da filmle ilgili ilk izlenimi oldukça etkileyici kılıyor.
25 Haziran 2012 Pazartesi
İnsan Bedeniyle Yapılan En Etkileyici Şov
La Fura Dels Baus'un Ardından
Geçtiğimiz hafta 21 Haziran günü İKSV'nin dünyaca ünlü Katalan gösteri grubu La Fura Dels Baus'a verdiği sipariş üzerine tasarlanan 'İstanbul, İstanbul' gösterisinin Camialtı Tersanesi'nde gerçekleştirilen prömiyerindeydim. 1979 yılında kurulan grubun popülerliğini arttıran etken, 1992 Barcelona Olimpiyatları'nın açılış törenindeki gösterilerinin 500 milyon kişi tarafından izlenmiş olması. La Fura Dels Baus, Microsoft, Pepsi, Mercedes Benz, Volkswagen gibi pek çok marka için de sipariş üzerine gösteriler hazırlayan ve bunları sunan bir grup. Müzik, tiyatro, şiir, dijital öğeler, akrobatik hareketler gibi pek çok farklı kavramın bir bütün halinde sunulduğu La Fura Dels Baus gösterileri, ortaya müthiş bir görsellik çıkartıyor. İKSV için hazırlanan bu özel gösteri de içinde Türk kültürüne ve özellikle İstanbul'a ait pek çok sembol barındıran harika bir gösteriydi, etkisi hala sürüyor.
Camialtı Tersanesi'nde sergilenen bu gösteride sahne aslında izleyicinin bulunduğu ve bulunabileceği her alan olarak düşünülebilir. Gösterinin bir başka güzel yanı ise bir gösterim bitmeden diğer gösteri hazırlıklarının izleyicilerinin yakınında bir noktada yapılmasıydı. Hareketler akrobatik olup, söz konusu destekleyici unsurlar da vinçler ve ipler olunca bu hazırlıkları birebir görmek bile gösterinin herhangi bir parçası kadar heyecan vericiydi. Kısacası, 'İstanbul, İstanbul' da sahne de kulis de izleyicinin hemen yakınıydı. 'İstanbul, İstanbul' gösterisi 80 kişilik gönüllü dansçı, dağcı ve oyuncudan oluşan bir ekiple ortaya konmuş bir şov olması açısından da oldukça ilginç bir yana sahip.
Ateşin kullanıldığı şov esnasında bir at modelinin üzerinde bulunan iki dansçı ile havaya yükselmesi, ilk etapta ürkütücü gelen 9 metrelik bir Kibele heykelinin yöresel müziklerle birlikte, vinçlerle ve iplerle bir kukla gibi oynatılarak dans ettirilmesi ve finalde 60 kişiyle oluşturulan bir insan kulesi tam anlamıyla büyüleyiciydi.Tüm bu şovları destekleyen etkileyici müzikler ve Orhan Veli'nin 'İstanbul'u Dinliyorum' şiirinin Tilbe Saran tarafından okunması anlatması oldukça güç büyülü bir atmosfere zemin hazırlamıştı.
'İstanbul, İstanbul' tam anlamıyla İKSV'ye, kurumun 40. yılına yakışır harika bir gösteri oldu. Bu gösteriyi izleyebildiğim için kendimi şanslı hissediyorum. Çok önemli bir kültür kurumu olan, yaptıklarıyla ses getiren, yenilikçi, her geçen gün gelişen ve büyüyen, varlığından büyük memnuniyet ve mutluluk duyduğum İKSV'nin ilerleyen yıllarla birlikte sunacağı kültür-sanat etkinliklerini büyük bir heyecanla bekliyorum.
11 Haziran 2012 Pazartesi
For the Love of Damien Hirst!
Geçtğimiz hafta Londra’daydım, ‘Etkisinden Çıkamadığım&Çıkamayacağım Sergiler Listesi’ yapsam birinci sıraya oturtacağım bir sergi deneyimi yaşadım. Tate Modern’de Nisan ayında açılan ve Eylül’e kadar devam edecek olan Damien Hirst sergisi, çok beğendiğim, düzenlediği sergileri yakından takip ettiğim bir kurum olan Tate ile sanat yapıtlarını hayranlıkla takip ettiğim Damien Hirst’ü bir araya getirmesi açısından benim için oldukça anlamıydı. Seyahatimi böyle bir serginin devam ettiği bir sürece denk getirebildiğim için kendimi şanslı hissediyorum.
Modern zamanların en tanınan sanatçılarından olan Damien Hirst, aynı zamanda İngiltere’nin yaşayan en varlıklı sanatçısı. Sanat yapıtlarına ve mali varlığına bakıldığında oldukça hakkı verilen bir sanatçı olduğu bir gerçek. Damien Hirst’ün sanat kariyerindeki en önemli nokta, 1980’lerde dönemin en büyük reklam ajanslarından Saatchi&Saatchi’nin kurucusu olarak büyük üne sahip olan; ancak günümüzde reklamcılığından çok sanat koleksiyonerliği, sanatçılara verdiği destek ve Saatchi Gallery adıyla kurduğu galerisiyle tanınan Charles Saatchi ile 1990’larda yollarının kesişmesi, Charles Saatchi’nin ‘Young British Artists’ sanatçı grubununun sponsorluğunu üstlenmesi ve bu sanatçı grubunun içinde de Damien Hirst’ün bulunması olmuştur. Her ne kadar 2003 yılında bu iş ilişkisi sona ermiş de olsa Damien Hirst’ün bu derece tanınması, bu büyük sponsorluk bağlantısıyla doğru orantılı gözüküyor.
Damien Hirst, çok büyük bir sanatçı. Yapıtları, sadece sanat boyutuyla incelenemeyecek kadar geniş kapsamlara sahip ve pek çok disipline hizmet eder bir şekilde sanatçı bu yapıtlarını oluşturuyor. Hayatın ana temaları ışığında yapıtlarını üreten sanatçı, hemen hemen her yapıtında ölüm-yaşam ilişkisine, bu iki kavramın sınırlarına yer veriyor. Damien Hirst’e göre hayattaki en önemli dört kavram; din, aşk, sanat ve bilim. Damien Hirst’ün bakış açısı, doğru bir bakış açısı, tüm hayat da bundan ibaret zaten. Bu dört ana kavram, birbirleriyle ilişkili ya da birbirlerinden bağımsız şekillerde hayatı yönlendiriyor. Damien Hirst’ün yapıtlarında hayata dair temaların sanat yapıtına dönüştürülmüş sunum şekilleri oldukça ilgi çekici. Damien Hirst, çok farklı tekniklere başvurarak kimi zaman tedirgin edici, ürkütücü ama her zaman hayranlık uyandırıcı işler ortaya çıkartıyor.
1991’de ilk solo sergisinde izleyiciye sunduğu ‘In and Out of Love’ eserini görme fırsatı yakaladım. Bu eser kapsamında iki oda bulunuyor. Birincisinde renkli boyanmış tuallerin üzerinde kelebekler tual yüzeyine eklenmiş şekilde bulunuyor, diğer odada ise kelebeklere uygun oluşturulmuş ortamda havada kelebekler uçuyor, etrafta çiçekler bulunuyor . Aynı zamanda beyaz tuallerin bulunduğu bu odada kelebekler kimi zaman bu tuallere de konabiliyor. Kelebek, naifliği ifade eden bir canlı ve ömrünün kısalığından ötürü özellikle ölüm-yaşam kavramlarına çok açık referanslar taşıyor. Bu yapıt, 1991’den bu yana sadık kalınan sergileme biçiminden ötürü beni oldukça etkiledi.
Aynı zamanda sanatçının 2007 yılında 18. yüzyıldan kalma bir kafatasını 15 milyon Pound değerinde 8,600 değerli taşla süslediği 'For The Love of God' isimli heykel çalışması da bu sergide yer alıyordu. Siyah, küp şeklinde kapkaranlık, sadece pırlantaların pırıltısının aydınlattığı bir odada tek başına sergilenen bu eser, tam anlamıyla muazzam bir görsellik sunuyordu.
Bu serginin ardından Damien Hirst'e ve yaşamın sıradanlıklarını, inanılmaz teknik ve havada uçuşan müthiş fikirlerle yapıta dönüştüren o inanılmaz yaratılıcılığına daha da hayran kaldım.
21 Mayıs 2012 Pazartesi
Duvarlar Üzerinden Yaratılan Sanat Dili
Burhan Doğançay'ın sanatsal belleğimde yeri çok büyük. İlk kez gördüğüm bir Burhan Doğançay tablosunda kıvrımlı biçimler dikkatimi çekmiş ve hafızama bu kıvrımlar yerleşmişti. İlginç bir şekilde bu kıvrımlar pek çok yerde karşıma çıkmaya başlayınca kendi kendime bu kıvrımları bir sınav sorusu haline getirmiştim. Her kıvrım, Burhan Doğançay'a mı aitti yoksa ben mi yanılıyordum?
Zamanla Burhan Doğançay'ın kıvrımlarından başka biçimlerle de tanışmaya başladım ve Burhan Doğançay'ı, sanatçı kişiliğini, yapıtlarını daha da araştırdıkça onun beslendiği kaynakların çeşitliliği ve onlardan çıkarttığı anlamları eserlerinde yorumlandırması beni adeta büyüledi. Burhan Doğançay benim için çok büyük bir sanatçı, 20. yüzyılın önemli modern sanatçılarından bir tanesi. Bundandır ki, kendisi ve sanatıyla ilgili yapmaya karar verdiğim bir ödev sayesinde Burhan Doğançay ile çok rastlantısal bir tanışma ve sohbet etme fırsatı yakalamış olmak, hayatımın en unutulmaz tecrübelerinden bir tanesi haline gelmiştir.
Asker ressamlardan Adil Doğançay'ın oğlu olan Burhan Doğançay'ın sanata yönelmesi aslında o kadar da şaşırtıcı değil; çünkü çocukluğu ve gençliği boyunca sanata ilgisi olan Burhan Doğançay'a temel resim tekniklerini öğreten kişi babası Adil Doğançay olmuş; ancak sanatçının sanatsal kimliğinin oluşumunda esas dönüm noktası 1963'de New York'un 36. caddesinde karşısına çıkan bir duvarın zamanın ruhunu yansıtan bir yapıya sahip olması, rastlantısallığı, gelip geçen kentlinin duvarda bıraktığı izler olmuştur. 1963'den bu yana dünyanın pek çok farklı coğrafyasında bulunan sanatçı, farklı ülkelerdeki kent duvarlarını gözlemleyip sanatını buna göre şekillendirmiş ve bu yönde resim serileri oluşturmuştur.
Burhan Doğançay'ın sanatını tek bir boyuta indirgemek olanaksız. Kent duvarlarından yola çıkan ve bu etkiyle eserlerini oluşturan sanatçı, sanatında pek çok farklı tekniğe ve malzemeye başvurarak her bir eserini daha da zenginleşmiş bir yapıda izleyiciye sunuyor.
Sanatçının 2001 yılında Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı tarafından Dolmabahçe Kültür Merkezi'nde açılan Türkiye'deki ilk retrospektif sergisinden bu yana 11 yıl geçti. 23 Mayıs'da İstanbul Modern'de 'Burhan Doğançay: Kent Duvarlarının Yarım Yüzyılı' isimli retrospektifle Burhan Doğançay, daha büyük kitlelerle buluşmaya hazırlanıyor. 120 eserden oluşan sergide, Doğançay'ın 1963'den bu yana oluşturduğu 14 seri izleyiciye sunuluyor. Eserlerinde kullandığı teknikler ve yer verdiği semboller, mesajlar, afişler ve pek çok diğer öğe ile Burhan Doğançay'ın eserleri, içerisinde keşfedilecek ve bir çıkış noktası, bir yorumlama oluşturacak pek çok ipucu barındırıyor. Uzun süredir açılmasını heyecanla beklediğim bu sergi, kaçırılmayacak bir fırsat.
Sergide oldukça ince bir düşünceyle planlanmış önemli bir nokta var o da, günümüzde İstanbul Modern'in binası olan Liman İşletmeleri Sahası'nda bulunan 4 numaralı Antrepo'da 1987 yılında 1. İstanbul Bienali - o günkü ismiyle 1. İstanbul Çağdaş Sanat Sergileri - düzenleniyor ve bu kapsamda Burhan Doğançay'ın başyapıt olarak kabul edilen 'Muhteşem Çağ', 'Madonna' ve 'Mavi Senfoni' isimli eserleri yanyana sergileniyor. 25 sene sonra da bu üç eser yine bir araya geliyor ve 'Burhan Doğançay: Kent Duvarlarının Yarım Yüzyılı' sergisinde de yanyana karşımıza çıkıyor.
Dünyada pek çok önemli müzede ve özel koleksiyonda eserleri bulunan sanatçının Beyoğlu'nda Doğançay Müzesi adı altında bir müzesi de bulunuyor, sanatçı bu müzede babası Adil Doğançay'ın eserlerini ve kendi eserlerini ziyaretçiyle buluşturuyor.
Zamanla Burhan Doğançay'ın kıvrımlarından başka biçimlerle de tanışmaya başladım ve Burhan Doğançay'ı, sanatçı kişiliğini, yapıtlarını daha da araştırdıkça onun beslendiği kaynakların çeşitliliği ve onlardan çıkarttığı anlamları eserlerinde yorumlandırması beni adeta büyüledi. Burhan Doğançay benim için çok büyük bir sanatçı, 20. yüzyılın önemli modern sanatçılarından bir tanesi. Bundandır ki, kendisi ve sanatıyla ilgili yapmaya karar verdiğim bir ödev sayesinde Burhan Doğançay ile çok rastlantısal bir tanışma ve sohbet etme fırsatı yakalamış olmak, hayatımın en unutulmaz tecrübelerinden bir tanesi haline gelmiştir.
Asker ressamlardan Adil Doğançay'ın oğlu olan Burhan Doğançay'ın sanata yönelmesi aslında o kadar da şaşırtıcı değil; çünkü çocukluğu ve gençliği boyunca sanata ilgisi olan Burhan Doğançay'a temel resim tekniklerini öğreten kişi babası Adil Doğançay olmuş; ancak sanatçının sanatsal kimliğinin oluşumunda esas dönüm noktası 1963'de New York'un 36. caddesinde karşısına çıkan bir duvarın zamanın ruhunu yansıtan bir yapıya sahip olması, rastlantısallığı, gelip geçen kentlinin duvarda bıraktığı izler olmuştur. 1963'den bu yana dünyanın pek çok farklı coğrafyasında bulunan sanatçı, farklı ülkelerdeki kent duvarlarını gözlemleyip sanatını buna göre şekillendirmiş ve bu yönde resim serileri oluşturmuştur.
Burhan Doğançay'ın sanatını tek bir boyuta indirgemek olanaksız. Kent duvarlarından yola çıkan ve bu etkiyle eserlerini oluşturan sanatçı, sanatında pek çok farklı tekniğe ve malzemeye başvurarak her bir eserini daha da zenginleşmiş bir yapıda izleyiciye sunuyor.
Sergide oldukça ince bir düşünceyle planlanmış önemli bir nokta var o da, günümüzde İstanbul Modern'in binası olan Liman İşletmeleri Sahası'nda bulunan 4 numaralı Antrepo'da 1987 yılında 1. İstanbul Bienali - o günkü ismiyle 1. İstanbul Çağdaş Sanat Sergileri - düzenleniyor ve bu kapsamda Burhan Doğançay'ın başyapıt olarak kabul edilen 'Muhteşem Çağ', 'Madonna' ve 'Mavi Senfoni' isimli eserleri yanyana sergileniyor. 25 sene sonra da bu üç eser yine bir araya geliyor ve 'Burhan Doğançay: Kent Duvarlarının Yarım Yüzyılı' sergisinde de yanyana karşımıza çıkıyor.
Dünyada pek çok önemli müzede ve özel koleksiyonda eserleri bulunan sanatçının Beyoğlu'nda Doğançay Müzesi adı altında bir müzesi de bulunuyor, sanatçı bu müzede babası Adil Doğançay'ın eserlerini ve kendi eserlerini ziyaretçiyle buluşturuyor.
18 Mayıs 2012 Cuma
Masumiyet Müzesi İzlenimlerim
Geçtiğimiz günlerde Masumiyet Müzesi ile ilgili yazdığım 'Bir Roman Kurgusu ve Bir Müze', çeşitli kaynaklardan edindiğim bilgiler doğrultusunda oluşturduğum bir yazıydı. Masumiyet Müzesi'ni daha ziyaret etmeden bu tip bir müze fikri, göreceğimi tahmin ettiğim ortam beni çok heyecanlandırdı ve en nihayetinde geçtiğimiz cuma Masumiyet Müzesi'ni ziyaret etme fırsatı buldum kendime.
İstiklal Caddesi'nin o kalabalığından gittikçe uzaklaşarak müzenin bulunduğu semt olan Çukurcuma'ya giriş yaptığımda, antikacılarla dolu sokaklar 'yaşanmışlık' ve 'nostalji' kavramlarını aklıma getirerek beni müze ziyaretime hazırladı, müzede bir 'yaşanmışlık' bulmayı umuyor, kafamda müzeyi yaşanmışlıkların buram buram hissedildiği bir yer olarak hayal ediyordum. Hayallerim beni yanıltmadı, müze tam da beklediğim gibiydi; ancak müzenin bende bıraktığı etkinin bu denli fazla olacağını düşünemezdim.
Müzede sergilenen nesnelerin her biri kitaptaki bölümlere göre camlı kutuların içerisine yerleştirilmiş şekilde karşıma çıktı. Kitaptaki her bir bölümde yaşanan olaylara istinaden çeştli sembol nesneler vurucu etkiyi yapıyor. Kitabı okuyalı dört sene olmuş olmasına rağmen belli sembolleri görünce hangi bölümde ne olduğu ile ilgili detayları bir bir hatırladım. Gördüğüm her bir nesne; ait olduğu mekan, içerisinde bulunduğu olayla karşıma çıktı, fondan gelen sesler de o nesneleri destekleyen ve beni en çok etkileyen detaylardan biri oldu. Her kutunun önünde, kutu içerisinde bulunan nesneler, göstergeler topluluğu kendi hikayelerinin içinde yerlerini alarak kafamda o bölümün hikayesinin tamamlanmasını sağladı.
Masumiyet Müzesi'ne gelen ziyaretçiler belli sembollerle kitabı bölüm bölüm okuyabiliyorlar. Sözcükler, cümleler, paragraflar yerine bir bardak, bir gazete küpürü, bir fotoğraf, bir kahve fincanı hikayeyi anlatıyor. Bu tabiki de, Masumiyet Müzesi fikrinin en basite indirgenmiş yorumu; zira Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi'ni 'okuyucuların kitabı okurken hissettiklerini canlandıran bir mekan' olarak yorumluyor.
Masumiyet Müzesi için 'büyülü bir atmosfer' yorumunda bulunmak bence en doğru tanımlama. Müzenin her bir köşesinde başlı başına bir hüzün hissediliyor. Masumiyet Müzesi'ndeyken yaşamlarından belli kesitlerin sunulduğu karakterler, sanki benim yakın dostlarımdı, bir dönem onlarla geçmişti ve ben, onların kaybının ardından onların hatırasıyla buluşmak üzere orada bulunuyormuşum gibi bir hisse kapıldım.
Beni derinden etkileyen bu müze deneyiminin bir başka ilgi çekici yönü ise, en üst katta Kemal'in odası olarak tasarlanmış bölümde Orhan Pamuk'un romanı yazdığı notlar da vitrin içlerinde sergileniyor. Bu notlar sayesinde, bir yazarın tüm yaratım süreci hakkında da fikir edinmek mümkün olabiliyor.
12 Mayıs 2012 Cumartesi
Gölgesinden Hızlı Silah Çeken Yalnız Kovboy
Galatasaray'daki Yapı Kredi Kültür Merkezi'nde düzenlenen sergileri her zaman için eğlenceli bulmuşumdur. Sergi içeriğini destekleyen kurgular ve canlandırmalar fikir olarak her zaman hoşuma gitmiştir.
10 Mayıs'da açılan 'Red Kit İstanbul'da' sergisinin haberini okur okumaz gözümün önünden çocukken pazar sabahları televizyonu her açışımda karşıma çıkan Red Kit sahneleri geçti. Red Kit, benim için bir çocukluk nostaljisi. Evimizin bir dönem dolaplarının baştan aşağıya tüm raflarını kaplayan Red Kit yayınlarını da hesaba katarsak benim için oldukça önemli bir nostalji.
Geçmiş bir zaman diliminde yaşadığım, deneyimlediğim, hissettiğim bir şeyin şu an şu dakikada da aynı hissini taşıyorsam bu benim için oldukça etkileyici bir deneyim oluyor. 'Red Kit İstanbul'da' sergisini de beni o güne, o zamana götürüp o anların, zamanların ruhunu bana yaşattığı için ayrı bir sevdim. Sergide Red Kit'in 1946'da başlayan hikayesi detaylı bir şekilde anlatılırken 1950'lerde çizgi roman endüstrisinin nasıl şekil aldığı ile ilgili bilgileri yakalamak da mümkün. Bu anlamda Morris olarak bilinen, Belçika kökenli Maurice de Bevere isimli çizerin yarattığı ve Rene Goscinny isimli yazar tarafından şekillendirilen Red Kit'in çizgi roman endüstrisindeki yeri vurgulanırken çok sevdiğimiz ve bayılarak okuduğumuz Asteriks ve Tenten'e de değiniliyor. Türkiye'nin bu yalnız kovboyla tanışması ise 1956 yılına tarihleniyor. 1956'dan itibaren başta 'Dolmuş' isimli mizah dergisi olmak üzere pek çok farklı yayın tarafından fasiküller olarak piyasaya sürülen çizgi romanın esas düzenli olarak yayımlanmaya başlaması Milliyet Yayınları tarafından gerçekleştiriliyor.
Orjinal adı 'Lucky Luke' olan Red Kit'in isminin Türkiye'de değişikliğe uğraması, Red Kit'in atı 'Düldül' ve köpeği 'Rintintin' ile ilgili detaylara da değinilen serginin mekanında adeta bir Vahşi Batı dekoru oluşturulmuş. Açıkça söylemem gerekirse benim en çok hoşuma giden detay bu oldu, herhangi bir dekor kurulumuyla desteklenmeden sadece birkaç ufak resimle ve büyük, yorucu bilgi panolarıyla belli bilgilerin verilmeye çalışıldığı sergiler beni alıp götürmüyor, sanki o okuduklarım havada asılı kalıyor gibi geliyor. Bu anlamda Red Kit'in tarihçesini, gelişimini öğrenirken bu dekorlar beni olayın içine fazlasıyla dahil etti.
'Red Kit İstanbul'da', 17 Haziran'a kadar devam ediyor.
6 Mayıs 2012 Pazar
Bir Roman Kurgusu ve Bir Müze
Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk'un 'Masumiyet Müzesi' isimli kitabı 2008 yılında piyasaya çıktığında oldukça ses getirdi. Orhan Pamuk'un 'Benim Adım Kırmızı' isimli kitabı epey etkisinde kaldığım bir kitaptı, 'Masumiyet Müzesi'ni de bu beklentiyle alıp okudum ve okurken her bir sayfada, yazarın yaptığı her bir detaylı tasvir gözümde canlandı. Kitabı okurken aklımdan sahneler geçip durdu ve bendeki etkisi 'Benim Adım Kırmızı'dan çok daha büyük oldu, öyle ki kitabın finalinde kendimi çok kaptırmış olduğumdan birkaç damla gözyaşıyla son sayfayı okuyup kitabı sonlandırmıştım.
2010 yılından bu yana açılmasını beklediğim Masumiyet Müzesi'nin 28 Nisan 2012 günü açılışı gerçekleşti. Henüz görme fırsatım olmadı; ama en yakın zamanda gidip yaşamak istiyorum o atmosferi. Müze fikri beni her zaman heyecanlandırmıştır, hele ki bir roman kurgusundan yola çıkılarak oluşturulmuş bir müze fikri daha da ayrı bir olay bana göre. Bu müzenin kuruluşunu bir hayalin ya da bir kurgunun gerçek hayatta can bulmuş hali olarak yorumluyorum. Kitabın sayfalarında yerlerini bulup, akıp giden sözcükler, olaylar Çukurcuma'daki Brukner Apartmanı'nda yerini buldu. Artık 'Masumiyet Müzesi' sadece insanların kafasındaki izlenim ya da tortulardan ibaret değil ya da zamanla belli noktaları akıldan çıkacak bir kitap değil. Orhan Pamuk'un Füsun'la Kemal'i, Kemal'in Füsun'a olan o büyük, tutkulu aşkını ele aldığı bu olay kurgusu, kitapla ortaya çıkıp esas yolculuğunu 'müze' ile birlikte tamamladı. Bir kurgunun gerçekle buluşması, kurgudan, hayalden ibaret olan - ya da olduğunu varsaydığımız - bir hikaye, kahramanları gerçekte varolmamış olsalar da şimdi tüm gerçekliğiyle gözler önünde, ziyarete ve deneyimlemeye açık.
Orhan Pamuk, müze kurma fikrini ve nedenlerini gazeteci Yavuz Harani'ye anlatırken 'Müzelere inanıyorum. Müze severim. Çok giderim.' diyerek konuyu anlatmaya başlıyor ve Masumiyet Müzesi'nin kuruluş serüvenini aslında işin en temel noktasına oturtuyor. Bana göre müzeler oldukça heyecan verici; insanı başka bir atmosfere sürükleyip, insana belli durumları, olayları, izleri yaşatabiliyor ya da hatırlatıyor aynı zamanda da müthiş bir görsellik sunuyor. Bu anlamda Masumiyet Müzesi'nin küratörü ya da kendi deyimiyle kaptanı Orhan Pamuk'un müze ile ilgili söyledikleri oldukça sempatik ve canayakın bir tavrı yansıtıyor.
Bir olay örgüsünden yola çıkılarak oluşturulmuş bu müzeyi en kısa zamanda ziyaret etmekte fayda var. Özellikle kitabı okuyanlar için güzel bir varış noktası olacaktır. Kitabın finali belki de bu müzeyi ziyaretle tam anlamıyla mümkündür. Okurken tam anlamıyla dokunamadığımız nesneler, duyamadığımız sesler, hissedemediğimiz duygular, bu müzeyle birlikte dokunulabilir, duyulabilir, hissedilebilir olacaktır ve kitap da esas amacına o zaman ulaşacaktır.
Girişi ücretli olan müzeye, 'Masumiyet Müzesi' kitabıyla gidildiğinde ücretsiz giriş sağlanabiliyor.
Pazartesi kapalı olan müze, Salı-Pazar 10.00-18:00; Cuma günleri ise 10:00-21:00 saatlerinde ziyaret edilebiliyor.
Adres: Firuzağa Mahallesi, Çukurcuma Caddesi No: 24
34425 Çukurcuma/ İstanbul
26 Mart 2012 Pazartesi
All Good Things
Herkesin heyecanla vizyona girmesini beklediği popüler, ses getiren filmler vardır, bunlar hakkında herkesle aynı anda yorumlar yapmak bana göre son derece keyifli; ancak bu tip filmlerin yanısıra bir de zamanında bir şekilde farketmediğim bir sebepten dolayı es geçtiğim filmlere rastlamak ve onları izlemek o filmlere bir hazine gözüyle bakmamı sağlıyor. Neden bilmiyorum ama önemli bir keşifte bulunmuşum gibi bir his yaratıyor bende.
Dün akşam izlediğim 2010 yapımı 'All Good Things' tam da bu keşif
heyecanımı destekler nitelikte. 'All Good Things', New York'un en meşhur
kayıp vakalarından birinin filme uyarlanmış hali. Filmde karşımıza, son
zamanlarda 'Crazy Stupid Love', 'Drive', 'The Ides of March'
filmleriyle sık sık ismini duyduğumuz; ancak kalplerimizi fethetme
eylemini çok tipik bir aşk hikayesini anlatan 'The Notebook' ile
gerçekleştiren Ryan Gosling ve 'Melancholia' filmiyle 2011'e damgasını
vurmuş, zamanın Marie Antoinette'i Kirsten Dunst çıkıyor. Her iki
oyuncunun da oynadığı daha pek çok önemli film var tabikide; ama bu iki
ismi aklıma getirir getirmez, ilk düşündüğüm filmler bunlar oluyor.
1970'lerde New York gayrimenkul piyasasını elinde bulunduran oldukça
güçlü bir baba figürü, babasının gücünü-otoritesini bir şekilde göz ardı
eden, ilk bakışta belli olmasa da aslında ciddi problemleri olan ve
babası tarafından işlerin başına geçmesi konusunda zorlanan David Marks
(Ryan Gosling) ve onun aşık olup evlendiği Katie'nin (Kirsten Dunst) tam
anlamıyla rüya gibi başlayan hayatlarının zaman içerisinde sürüklendiği
gerilimin ve obsesif aşkın anlatıldığı harika bir gerçek hikaye
uyarlaması. Çok iddialı olacak belki; ama insanın kanını donduracak bir
kurgu ve olaylar silsilesi filmi etkileyici yapan en önemli etken.
'All Good Things' bir yerlerde rastlanması ve alınıp izlenmesi gereken bir film..
4 Mart 2012 Pazar
Rembrandt Beraberinde Pek Çoğuyla Şehre Geldi!
Daha açılmadan etkisi büyük olan, 2012 kültür-sanat ajandalarını fazlasıyla etkileyeceği her halinden belli olan 'Rembrandt ve Çağdaşları' sergisi 22 Şubat'da Sabancı Müzesi'nde açıldı. Sabancı Müzesi, İstanbul'a müze kapısında 'bir sergi için kuyruk olma' kavramını getiren bir müze bana göre. Açtığı Picasso, Salvador Dali sergileriyle İstanbulluları 'blockbuster' sergi kavramıyla tanıştırdı; yani çok büyük bütçelerle açılan, çok ziyaretçi toplayan, dilden dile dolaşıp herkes tarafından konuşulan, şehrin her bir noktasında afişlerini görebileceğimiz sergi kavramıyla. İngiltere, Amerika, Fransa gibi müzecilik konusunda oldukça ileri bir noktada duran ülkelerin açtığı 'blockbuster' sergilerle yarışır şekilde Sabancı Müzesi bu seneki 'Rembrandt ve Çağdaşları' Sergisi ile yine Emirgan'da uzun kuyruklar oluşturmuş ziyaretçileri görebilmemizi sağladı.
Sabancı Müzesi'ndeki sergiyi kuyrukta beklememek adına haftaiçi bir gün gezmeyi tercih ettim. Haftaiçi olmasına rağmen yine de içeride fazla miktarda ziyaretçi vardı. Sabancı Müzesi'nin hiçbir sergisini kaçırmamaya özen gösteririm, genelde müzeye gittiğimde; ben, benim dışımda 1-2 ziyaretçi ve güvenlik ekibi olur sergi salonlarında; ama söz konusu Picasso, Salvador Dali ya da başta Rembrandt olmak üzere Hollanda Resim Sanatı'nın diğer önemli ressamlarıysa durum biraz değişiyor. Böyle gelişmelerin olması çok güzel bir şey tabikide. Bu tip sanatsal etkinliklerle hem müze ziyaretleri çoğalıyor, hem toplumda müzeleri ziyaret etme alışkanlığı gelişiyor hem de gelecek dönem sergileri açısından Sabancı Müzesi güzel bir referans olarak yer ediyor zihinlerde.
Daha önceden, Sabancı Müzesi'nde açılacak olan bu sergiye bir yazımda yer vermiştim. (http://birbellekolusturmafikri.blogspot.com/2012/01/sabanc-muzesi-icin-kutlanacak-iki.html). Bu sergide yer almasını istediğim bazı eserler vardı kafamda; ancak bunlar ütopik bir hayal olarak kalakaldı, sergide onlar yoktu. Serginin genel başlığı Rembrandt olarak geçse de ve akla çoğunluklu olarak Rembrandt'ın eserlerinden oluşan bir sergi fikrini getirse de aslında Hollanda Altın Çağı'nın genel hatlarıyla 'Altın Ressamları'nı ele alan bir sergiydi. Rembrandt'la beklentilere kapılıp her yerde Rembrandt'ı aramak gerçekten de diğer ressamlara haksızlık olur. Resimler öyle etkileyici, öyle canlı ki resimden öte bir şey adeta. Bir fotoğraf gibi. Ne kadar yakınına girilirse girilsin kesinlikle insan onun bir resim olduğunu, basbaya boyalarla, insan eliyle çizilerek boyanarak yapıldığını oturtamıyor kafasına. En azından ben öyle bir etkiyle dolaştım sergiyi.
Ressamların sadece ışığı kullanma, figürleri canlıymış gibi yansıtma tekniğinin dışında serginin bir diğer önemli noktası da ticaret, denizcilik, sanat, bilim gibi alanlarda büyük gelişmeler kaydedip tarihe Hollanda'nın Altın Çağı olarak geçmiş 16. ve 18. yüzyıllar arasındaki döneme ışık tutuyor oluşu. Bu dönemlerdeki yaşantı, halkın tüm alışkanlıkları, tüm yaşam alanlarıyla gözler önüne seriliyor. Dönem ressamları ve onların resimleri ışığında belgesel bir nitelik sunan bu serginin mutlaka görülmesi gerektiğini düşünenlerdenim. 'Kent Sakinleri', 'Portreler', 'Kırsal Yaşam', 'Gündelik Yaşam ve Alışkanlıklar' gibi belli başlıklar altında dönemin genel yapısı açısından çok bilgilendirici bir deneyim. Büyüleyici eserlerden oluşan bu büyüleyici sergi gezisi esnasında fonda bir müzik çalıyor oluşu da Sabancı Müzesi'nin kapısından girer girmez insanı dış dünyadan kopartıp zorunlu olarak serginin aura'sına sokuyor.
26 Şubat 2012 Pazar
SALT Galata
SALT Galata ile ilgili yazı yazmadan önce uzun bir süre beklemem, iyice araştırma yapmam ve kendimi yazı yazmaya hakim hissetmem gerekti. Beyoğlu'nda en sevdiğim yerlerden biri olan ve tam anlamıyla bir 'güncel sanat platformu' olarak yorumladığım SALT Beyoğlu'ndan aldığım referansla SALT Galata'nın da beni kendine hayran bırakacağından hiç şüphem yoktu. Öncelikli olarak SALT Galata'nın inanılmaz bir tarih barındıran Karaköy Bankalar Caddesi'ndeki Osmanlı Bankası Genel Müdürlük Binası'nda konumlanması, arşiv, kütüphane, müze ve sergileri içerisinde barındıran bir kurum olması beni epey heyecanlandırdı.
19. yüzyılda Osmanlı Bankası - o zamanki ismiyle Bank-ı Osmanî-i Şahane- Genel Müdürlük binası olarak Fransız mimar Alexander Vallaury tarafından inşa edilen, hem neoklasik hem de oryantalist unsurları bünyesinde barındıran bina, Ağa Han ödüllü ünlü mimar Han Tümertekin ve ekibi tarafından SALT Galata'nın tüm işlevselliğine uygun şekilde bir renovasyon harikasına dönüştürülmüş. Binanın içi öyle ferah, öyle aydınlık ki insanın hiçbir şekilde dışarı çıkası gelmiyor. SALT Galata, içerisinde pek çok işleve hizmet edecek belli bölümler barındırıyor: oditoryum, cafe/restoran, açık arşiv, araştırma alanı/kütüphane, müze ve sergi alanları gibi. İçerideyken tüm bu işlevsel alanların ucundan kıyısından bir şekilde o muhteşem İstanbul manzarası gözüküyor ve tarihselle güncel-yeni olan arasında inanılmaz bir ilişki kuruluyor.
SALT Galata tam anlamıyla ziyaretçilerine bir tarihsellik sunuyor. Türkiye'de ilk kez özel bir banka tarafından kurulmuş müze ünvanına sahip olan Osmanlı Bankası Müzesi'ni içerisinde barındıran SALT Galata, Osmanlı Bankası'nın 1856'dan 2001'e kadar olan hikayesini en detaylı, en bilgilendirici şekilde, fotoğraflara ve belgelere de en yüksek düzeyde yer vererek ziyaretçiye anlatıyor. Sergileme şekli gerçekten de çok güzel, Osmanlı Bankası Müzesi ve tarihinin anlatımı bankanın kasa dairelerinin içinde ve etrafında oluşturulmuş bir düzenle sunuluyor. Mekana Osmanlı Bankası'nın kuruluş hikayesi, müşteri portföyü, dönemin genel yapısı hakkında inanılmaz detay barındıran bir sergileme tarzı hakim. Bankanın kasaları da gezilebiliyor, döneme ait genel belgeler, personel kayıtlarının tutulduğu belgeler, personel fotoğrafları hatta 19. yüzyıl paralarını, senetlerini bile görmek mümkün burada.
Müze haricinde bir de sergi alanı bulunuyor SALT Galata'da ve şu anda 'Geçmişe Hücum' isimli sergi, 18. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar devam eden arkeolojik faaliyetleri kronolojik bir şekilde sunuyor izleyiciye, bu sergi de 11 Mart'a kadar görülebilir. Aynı zamanda Hollanda - Türkiye ilişkilerinin 400. yılı adına SALT Beyoğlu ve SALT Galata 27 Ocak - 6 Nisan tarihleri arasında 'Eindhoven - Saltvanabbe 89'dan Sonra' isimli sergiye de ev sahipliği yapıyor. ( 9 Ocak 2012 tarihli yazımda detaylı bilgi bulunuyor: http://www.birbellekolusturmafikri.blogspot.com/2012/01/olay-sadece-laleden-ibaret-degil.html )
SALT Galata'nın esas devrim diye nitelendirdiğim yanı ise sanat arşivi. Daha önceden Garanti Platform'un sanatçılar, galeriler ve sergiler ile ilgili oluşturdukları arşivlerini görebilme şansım olmuştu. Bu tip arşivler çok büyük öneme sahipler bence, günümüzde olup biteni yakalayıp, gidişatı takip edebilmek ve sanatsal bir bellek oluşturabilmek adına bu tip arşivlerin önemine inananlardanım. SALT Galata'da da Garanti Platform'da Vasıf Kortun tarafından oluşturulan zengin bir bilgi ve belge arşivi araştırma yapmak isteyenlere sunuluyor, çok güzel bir gelişme. Bu gelişmeyi sayılarla ifade etmem gerekirse, 100 bin basılı yayın ve 1 milyon dijital belge araştırma için sunuluyor.
12 Şubat 2012 Pazar
8 Şubat 2012 Çarşamba
La La La İnsan Adımları
Daha önce yazdığım bir yazıda da yer verdiğim gibi 16 Şubat'da İstanbul Modern'de tarihsel dönemle günümüz çağdaş sanatını bir arada sunacak harika bir sergi açılıyor, ismi de oldukça melodik: La La La İnsan Adımları.
Hollanda - Türkiye ilişkilerinin 400. yılı şerefine Hollanda Rotterdam'da bulunan ve önemli bir koleksiyoa sahip olan Boijmans van Beuningen Müzesi'nden bir seçki İstanbul Modern'de sanatseverlerle buluşuyor. Serginin küratörü, Boijmans van Beuningen Müzesi direktörü Sjarel Ex.
'Tarihsel Karşılaşmalar', 'Kişisel Karşılaşmalar' ve 'Toplumsal Karşılaşmalar' ana başlıklarıyla sunulacak eserler bağlamları açısından tüm bu başlıklara referans olup sunuldukları başlıklar açısından sergi ziyaretçilerinin güzel ipuçları yakalayabilmelerini sağlayabilir. 'Toplumsal Karşılaşmalar', insanların toplumda birbirleriyle karşılaşma ortamlarını, birbirlerine toplumsal yönden bakış açılarını ele alan yapıtlar sunuyor bizlere, 'Kişisel Karşılaşmalar', insanlık, insanın yazgısı, korkularımız, acı, öfke, bilinçaltı gibi meselelere ve bu meselelerle ilgili sorulara cevap niteliğinde oluşturulmuş eserlerden oluşan bir başlık. 'Tarihsel Karşılaşmalar' ise serginin genel konseptini tamamlar şekilde: Tarihsel olanla güncel sanatın karşılaşması ve bir arada aynı çatı altında sunulması. Bu bağlamda, sergide 16. yüzyıl gravür/baskı sanatçılarına rastlamak da mümkün, modern-çağdaş dönem sanatçılarının işlerine rastlamak da..
'La La La İnsan Adımları' Sergisi, insana, insan hikayelerine ve insanlık hallerine odaklanan bir sergi ve hepimiz için aynı olan hikayeleri, bağlantıları kendi içinde barındıran bir sergi. Sergide 3 ana başlığa göre konumlandırılan yapıtlar birbirleriyle iç içe geçmiş bir şekilde izleyiciye sunuluyor, yani örneğin içerisinde tarihsellik barındıranla kişisel bir referans barındıran mekansal olarak yakın noktalarda sergilenebiliyor.
Sergi, bağlamı açısından oldukça enteresan, serginin bu şekilde isimlendirilmesi de bir o kadar enteresan. 1980 yılında Edouard Lock tarafından kurulmuş Kanada kökenli bir dans topluluğu olan La La La Human Steps, bedenlerin karşı karşıya gelerek bir nevi müziğin ritmine göre çarpışmalarını baz alan bir topluluk. Bu anlamda alışılagelmiş klasik dans türlerinden oldukça farklı bir görsellik sunuyor. Çarpışma ve insan bedeni demişken, serginin isminin de 'La La La Human Steps' / 'La La La İnsan Adımları' olmasının sebebi de oldukça net. Sergide yer alan konusu itibariyle tarihsel bellekte öneme sahip bir dönemi anlatan iki yapıt, film çalışması olduğundan sergi boyunca İstanbul Modern Sinema'da da belli gün ve saatlerde gösterilecek. 6 Mayıs'a kadar devam edecek olan 'La La La İnsan Adımları', tarihselle çağdaş arasında güzel bir ilişki yakalayarak bu sene oldukça ses getiren bir sergi olacak bence.
Serginin açılacağı 16 Şubat Perşembe günü 18.00-20.00 saatleri arasında bir söyleşi de gerçekleşecek. Öncelikli olarak Boijmans van Beuningen Müzesi direktörü ve 'La La La İnsan Adımları' sergi küratörü Sjarel Ex, genel hatlarıyla Boijmans van Beuningen Müzesi ve koleksiyonunu anlatacak ardından da sergide eseri yer alan sanatçılardan 3'ü, Hollanda'daki güncel sanat pratiklerinden bahsedecek. Bu panelin, bilgilendirici ve güzel bir panel olacağını tahmin eder sergiyi gezecek olanlara iyi seyirler, paneli de dinleyecek olanlara iyi dinlemeler dilerim.
Hollanda - Türkiye ilişkilerinin 400. yılı şerefine Hollanda Rotterdam'da bulunan ve önemli bir koleksiyoa sahip olan Boijmans van Beuningen Müzesi'nden bir seçki İstanbul Modern'de sanatseverlerle buluşuyor. Serginin küratörü, Boijmans van Beuningen Müzesi direktörü Sjarel Ex.
'Tarihsel Karşılaşmalar', 'Kişisel Karşılaşmalar' ve 'Toplumsal Karşılaşmalar' ana başlıklarıyla sunulacak eserler bağlamları açısından tüm bu başlıklara referans olup sunuldukları başlıklar açısından sergi ziyaretçilerinin güzel ipuçları yakalayabilmelerini sağlayabilir. 'Toplumsal Karşılaşmalar', insanların toplumda birbirleriyle karşılaşma ortamlarını, birbirlerine toplumsal yönden bakış açılarını ele alan yapıtlar sunuyor bizlere, 'Kişisel Karşılaşmalar', insanlık, insanın yazgısı, korkularımız, acı, öfke, bilinçaltı gibi meselelere ve bu meselelerle ilgili sorulara cevap niteliğinde oluşturulmuş eserlerden oluşan bir başlık. 'Tarihsel Karşılaşmalar' ise serginin genel konseptini tamamlar şekilde: Tarihsel olanla güncel sanatın karşılaşması ve bir arada aynı çatı altında sunulması. Bu bağlamda, sergide 16. yüzyıl gravür/baskı sanatçılarına rastlamak da mümkün, modern-çağdaş dönem sanatçılarının işlerine rastlamak da..
'La La La İnsan Adımları' Sergisi, insana, insan hikayelerine ve insanlık hallerine odaklanan bir sergi ve hepimiz için aynı olan hikayeleri, bağlantıları kendi içinde barındıran bir sergi. Sergide 3 ana başlığa göre konumlandırılan yapıtlar birbirleriyle iç içe geçmiş bir şekilde izleyiciye sunuluyor, yani örneğin içerisinde tarihsellik barındıranla kişisel bir referans barındıran mekansal olarak yakın noktalarda sergilenebiliyor.
Sergi, bağlamı açısından oldukça enteresan, serginin bu şekilde isimlendirilmesi de bir o kadar enteresan. 1980 yılında Edouard Lock tarafından kurulmuş Kanada kökenli bir dans topluluğu olan La La La Human Steps, bedenlerin karşı karşıya gelerek bir nevi müziğin ritmine göre çarpışmalarını baz alan bir topluluk. Bu anlamda alışılagelmiş klasik dans türlerinden oldukça farklı bir görsellik sunuyor. Çarpışma ve insan bedeni demişken, serginin isminin de 'La La La Human Steps' / 'La La La İnsan Adımları' olmasının sebebi de oldukça net. Sergide yer alan konusu itibariyle tarihsel bellekte öneme sahip bir dönemi anlatan iki yapıt, film çalışması olduğundan sergi boyunca İstanbul Modern Sinema'da da belli gün ve saatlerde gösterilecek. 6 Mayıs'a kadar devam edecek olan 'La La La İnsan Adımları', tarihselle çağdaş arasında güzel bir ilişki yakalayarak bu sene oldukça ses getiren bir sergi olacak bence.
Serginin açılacağı 16 Şubat Perşembe günü 18.00-20.00 saatleri arasında bir söyleşi de gerçekleşecek. Öncelikli olarak Boijmans van Beuningen Müzesi direktörü ve 'La La La İnsan Adımları' sergi küratörü Sjarel Ex, genel hatlarıyla Boijmans van Beuningen Müzesi ve koleksiyonunu anlatacak ardından da sergide eseri yer alan sanatçılardan 3'ü, Hollanda'daki güncel sanat pratiklerinden bahsedecek. Bu panelin, bilgilendirici ve güzel bir panel olacağını tahmin eder sergiyi gezecek olanlara iyi seyirler, paneli de dinleyecek olanlara iyi dinlemeler dilerim.
6 Şubat 2012 Pazartesi
Van Gogh'un Bizlere Sunacağı Müthiş Görsellik
2012 ile birlikte içerisinde yoğun bir şekilde Hollanda göndermesi barındıran sergilerin ardı arkası kesilmiyor. Geçtiğimiz günlerde okuduğum bir yazı sayesinde Sabancı Müzesi'nin 2014 yılında bir Van Gogh sergisi açacağını öğrendim, bu haberi öğrendikten sonra bu sene herhangi bir Van Gogh sergisi beklemiyordum.
İlaç devi Abdi İbrahim, kuruluşunun 100. yılını muhteşem bir Van Gogh sergisiyle kutluyor. 10 Şubat'da Karaköy Antrepo 3'de (İstanbul Modern'in tam yanında yer alan antrepo) açılacak olan sergi, öyle böyle değil. Teknolojiyi klasik sanat yapıtlarıyla buluşturan 'Van Gogh Alive' Sergisi geleneksel sergi/sergileme anlayışını aşan bir nitelik taşıyor.
Çağdaş dönem sanat yapıtlarında sık sık karşımıza çıkan projektör ve ışık kullanımı gibi unsurlar bu sefer sanat tarihine damgasını vurmuş, dünyanın en önemli ressamlarından Vincent Van Gogh'un tablolarında karşımıza çıkacak ve bence müthiş bir görsellik sunarak inanılmaz bir deneyim yaşatacak. Sergide Van Gogh'un tablolarının dijital reprodüksiyonlarının duvarda, yerde ve tavanda yer alarak sergiyi gezen ziyaretçilerde sanki tablonun içinde dolaşıyormuş gibi bir his yaratacak olması beni çok heyecanlandırdı.
Ressam Paul Gauguin'e kızarak kulağını kesen Van Gogh'un hayat hikayesi ve kendisini - sanatını besleyen kaynaklar oldukça hüzünlü. Bu sergi ile birlikte amaçlanan, Van Gogh'un tablolarını, sanatını incelemekten öte onun hayat hikayesini de anlatabilmek. Sergide 3000'in üzerinde dijital görüntüyle izleyiciye bir hikaye sunulacak ve bu sunuma fonda bir müzik eşlik edecek.
Grande Exhibitions tarafından tasarlanan bu sergi oldukça güzel bir deneyim sunacak, öyle gözüküyor. Grande Exhibitions'ın daha önce de bu fikirle başka işler yaptığını da web sitesinden öğrendim. Baya detaylı bilginin olduğu bir web sitesi var: www.grandeexhibitions.com
'Van Gogh Alive' Sergisi Resmi Web Sitesi: www.vangoghaliveistanbul.com
30 Ocak 2012 Pazartesi
Muhteşem Filmlerin Aşırı Doz Etkisi
'Melancholia' filminin muhteşemliğini üstümden atamadan 'The Skin I Live In' i de izledim ve gerçekten de bu iki muhteşem film son zamanların en iddialı filmlerinden. İki gün üst üste böyle güzel filmler izlemek filmlerin üzerimde yarattığı etkiyi iki katına çıkarttı ve ortaya bir 'aşırı doz' durumu çıktı. İzlediğim filmlerin etkisinden gerçekten de kurtulamıyorum. Bu arada filmin orjinal adı, 'La Piel Que Habito'.
Pedro Almodovar'ın son filmi olan 'The Skin I Live In', ilginç senaryosu ve geçmiş-şimdi arasındaki bağlantıyı yansıtış biçimi açısından çok izlenesi bir film. Başrol, Antonio Banderas'a ait. Banderas, ortaya enteresan işler çıkartan, dahi olarak adlandırabileceğimiz bir plastik cerrahı canlandırıyor. Antonio Banderas'ın canlandırdığı Dr. Robert Ledgard karakteri, intikam alabilmek adına oldukça dahiyane ve orjinal yöntemlere başvuruyor. Filmin başlangıcında bambaşka bir hikayeyle karşılacakmışım gibi düşünmüştüm; ancak ortaya benim düşündüğümden çok farklı bir konu çıktı ve tam anlamıyla filme hayran kaldım diyebilirim.
Film, ilk bakışta kendi içerisinde genel olarak filmlerde çok tipik bir şekilde işlenen eşini kaybetmiş bir erkek trajedisini barındırıyormuş gibi gözükse de başlarda işlenen dramatik olayın beraberinde getirdikleri ve bunların da başlı başına bir başka trajedi olması dikkat çekici bir nokta. Dr. Robert Ledgard, yaşadığı trajedilerin hayatında ve ruhunda yarattığı boşluğu farklı yöntemlere başvurarak doldurmaya çalışıyor. Çok enteresan bir konu, orjinal senaryo ve gerçekten de harika bir anlatım sunuyor 'The Skin I Live In'.
Melancholia
Bir filmin 'başyapıt' olarak adlandırılmasının kriterleri nedir bilemiyorum; ama Lars Von Trier'in 'Melancholia' filmi bana göre gerçek bir başyapıt.
Hakkında çok yazı yazılan, herkeste merak uyandıran 'Melancholia' filmini nihayet izleme fırsatı yakaladım. Amerikan Film Eleştirmenleri Birliği tarafından 'yılın en iyi filmi' seçilen 'Melancholia' gerçekten de hakkında söylenen her şeyi hakediyor. Filmde inanılmaz bir görsellik var ve film kendi içerisinde pek çok gönderme barındırıyor. Özellikle bariz bir şekilde John Everett Millais'in 'Ophelia' isimli tablosuyla sanat tarihine yapılan gönderme ilgi çekici; ama film bunun dışında da sanat tarihine belli göndermeleri içeriyor. 2 bölümden oluşan filmin ilk bölümünün yedi dakikalık girişi izleyiciyi anında kendine çekmeyi başarıyor ve bir izleyici olarak ben, filmin ilk dakikalarından itibaren merak duygusunun bende daha da hakim bir konuma geldiğini hatta inceden inceye bir gerginlik yarattığını hissettim. 130 dakika süren filmi neredeyse nefes almaksızın her an tetikte bir şekilde izledim. Oldukça ağır ve içerisinde pek çok metafor barındıran bir film olan 'Melancholia' izleyiciyi gerçekten de kendi içine çekip, film akışıyla birlikte sürüklüyor. Filmin birinci bölümü bir süreci anlatırken ikinci bölüm 'melankoli'nin esas kendini gösterdiği kısım bana göre.
Filmin baş karakteri Justine'in (Kirsten Dunst), olanları ya da olacakları kendine özgü bir tavırla karşılaması ve Justine'in ablası Claire'in (Charlotte Gainsbourg) Justine'in tavrına tezat bir tutum sergilemesi ve bunun yansıtılış biçimi filmin neden iki ana başlıktan/bölümden oluştuğunu açıklıyor. Bir düğün temasını içeren filmde Justine'in içerisinde bulunduğu duruma ait olmayışı ve zamandan kopukluğu gerçekten çok etkileyici.
'Melancholia'yı izlemeden önce Radikal'de Cem Erciyes'in 14 Ocak tarihli 'İçimizdeki Melankoli' yazısını ve Fatih Özgüven'in 19 Ocak tarihli 'İki Kız Filmi' isimli yazısını okumuştum, her iki yazı da filmi izlemeden önce kafamda filmle ilgili bir fikirler bütünü oluşmasını sağladı. Filmi izleyecek olanlar için o iki yazı gerçekten yararlı olacaktır diye tahmin ediyorum bir de filmin resmi web sayfasının da tasarımı gerçekten çok güzel.(www.melancholiathemovie.com)
29 Ocak 2012 Pazar
Happy birthday dear Boris, happy birthday to you!
Tipik bir Woody Allen filmi olan 'Whatever Works' ü izledim ve tıpkı diğer Woody Allen filmleri gibi buna da bayıldım. Woody Allen'ın her filminde olduğu gibi bu filminde de yine ilişkiler ve genel hatlarıyla hayat kavramı, yaşantılar sorgulanıyor. İnsan doğası, kişinin bastırılmış duyguları ve bunların farklı farklı koşullarda ortaya çıkışı bariz bir şekilde filmde anlatılıyor tüm hatlarıyla. Filmde tüm anlatılanlar en yalın, sade haliyle en hafif geçişlerle izleyiciye sunuluyor ve film bitiminde de fonda çalan tatlı müzik filmin genel konseptini tamamlıyor. Bu tip Woody Allen'ın filmlerine özgü detaylar yönetmenin filmlerini izledikçe pat pat göze çarpıyor.
'Whatever Works' de baş karakter Boris Yellnikoff'u bana göre Larry David'den başkası oynayamazdı; 'Curb Your Enthusiasm'dan aşina olduğum Larry David tam bir Boris Yellnikoff, ötesi yok. Filmdeki replikler şahane, inanılmaz düşündürücü ve bir o kadar komik. Yazımın başlığı da filmde Boris Yellnikoff'un ellerini yıkarken mütemadiyen söylediği 'happy birthday Boris, happy birthday to you!' şarkısı. Filmi izledikten sonra aklıma anında gelen ilk sahne Boris'in ellerini yıkarken söylediği bu şarkı oldu, o yüzden de yazının başlığı çok da uygun düştü. İnsanı sıkmayan, hatta aksine daha da rahatlatan hafif geçişleri olan çok sevimli bir film, ben çok beğendim yazmadan duramadım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)