30 Ocak 2012 Pazartesi

Muhteşem Filmlerin Aşırı Doz Etkisi



  'Melancholia' filminin muhteşemliğini üstümden atamadan 'The Skin I Live In' i de izledim ve gerçekten de bu iki muhteşem film son zamanların en iddialı filmlerinden. İki gün üst üste böyle güzel filmler izlemek filmlerin üzerimde yarattığı etkiyi iki katına çıkarttı ve ortaya bir 'aşırı doz' durumu çıktı. İzlediğim filmlerin etkisinden gerçekten de kurtulamıyorum. Bu arada filmin orjinal adı, 'La Piel Que Habito'.


     Pedro Almodovar'ın son filmi olan 'The Skin I Live In', ilginç senaryosu ve geçmiş-şimdi arasındaki bağlantıyı yansıtış biçimi açısından çok izlenesi bir film. Başrol, Antonio Banderas'a ait. Banderas, ortaya enteresan işler çıkartan, dahi olarak adlandırabileceğimiz bir plastik cerrahı canlandırıyor. Antonio Banderas'ın canlandırdığı Dr. Robert Ledgard karakteri, intikam alabilmek adına oldukça dahiyane ve orjinal yöntemlere başvuruyor. Filmin başlangıcında bambaşka bir hikayeyle karşılacakmışım gibi düşünmüştüm; ancak ortaya benim düşündüğümden çok farklı bir konu çıktı ve tam anlamıyla filme hayran kaldım diyebilirim.

     Film, ilk bakışta kendi içerisinde genel olarak filmlerde çok tipik bir şekilde işlenen eşini kaybetmiş bir erkek trajedisini barındırıyormuş gibi gözükse de başlarda işlenen dramatik olayın beraberinde getirdikleri ve bunların da başlı başına bir başka trajedi olması dikkat çekici bir nokta. Dr. Robert Ledgard, yaşadığı trajedilerin hayatında ve ruhunda yarattığı boşluğu farklı yöntemlere başvurarak doldurmaya çalışıyor. Çok enteresan bir konu, orjinal senaryo ve gerçekten de harika bir anlatım sunuyor 'The Skin I Live In'.

Melancholia


Bir filmin 'başyapıt' olarak adlandırılmasının kriterleri nedir bilemiyorum; ama Lars Von Trier'in 'Melancholia' filmi bana göre gerçek bir başyapıt.


   Hakkında çok yazı yazılan, herkeste merak uyandıran 'Melancholia' filmini nihayet izleme fırsatı yakaladım. Amerikan Film Eleştirmenleri Birliği tarafından 'yılın en iyi filmi' seçilen 'Melancholia' gerçekten de hakkında söylenen her şeyi hakediyor. Filmde inanılmaz bir görsellik var ve film kendi içerisinde pek çok gönderme barındırıyor. Özellikle bariz bir şekilde John Everett Millais'in 'Ophelia' isimli tablosuyla sanat tarihine yapılan gönderme ilgi çekici; ama film bunun dışında da sanat tarihine belli göndermeleri içeriyor. 2 bölümden oluşan filmin ilk bölümünün yedi dakikalık girişi izleyiciyi anında kendine çekmeyi başarıyor ve bir izleyici olarak ben, filmin ilk dakikalarından itibaren merak duygusunun bende daha da hakim bir konuma geldiğini hatta inceden inceye bir gerginlik yarattığını hissettim. 130 dakika süren filmi neredeyse nefes almaksızın her an tetikte bir şekilde izledim. Oldukça ağır ve içerisinde pek çok metafor barındıran bir film olan 'Melancholia' izleyiciyi gerçekten de kendi içine çekip, film akışıyla birlikte sürüklüyor. Filmin birinci bölümü bir süreci anlatırken ikinci bölüm 'melankoli'nin esas kendini gösterdiği kısım bana göre.
 


    Filmin baş karakteri Justine'in (Kirsten Dunst), olanları ya da olacakları kendine özgü bir tavırla karşılaması ve Justine'in ablası Claire'in (Charlotte Gainsbourg) Justine'in tavrına tezat bir tutum sergilemesi ve bunun yansıtılış biçimi filmin neden iki ana başlıktan/bölümden oluştuğunu açıklıyor. Bir düğün temasını içeren filmde Justine'in içerisinde bulunduğu duruma ait olmayışı ve zamandan kopukluğu gerçekten çok etkileyici.
    'Melancholia'yı izlemeden önce Radikal'de Cem Erciyes'in 14 Ocak tarihli 'İçimizdeki Melankoli' yazısını ve Fatih Özgüven'in 19 Ocak tarihli 'İki Kız Filmi' isimli yazısını okumuştum, her iki yazı da filmi izlemeden önce  kafamda filmle ilgili bir fikirler bütünü oluşmasını sağladı. Filmi izleyecek olanlar için o iki yazı gerçekten yararlı olacaktır diye tahmin ediyorum bir de filmin resmi web sayfasının da tasarımı gerçekten çok güzel.(www.melancholiathemovie.com)

29 Ocak 2012 Pazar

Happy birthday dear Boris, happy birthday to you!


   Tipik bir Woody Allen filmi olan 'Whatever Works' ü izledim ve tıpkı diğer Woody Allen filmleri gibi buna da bayıldım. Woody Allen'ın her filminde olduğu gibi bu filminde de yine ilişkiler ve genel hatlarıyla hayat kavramı, yaşantılar sorgulanıyor. İnsan doğası, kişinin bastırılmış duyguları ve bunların farklı farklı koşullarda ortaya çıkışı bariz bir şekilde filmde anlatılıyor tüm hatlarıyla. Filmde tüm anlatılanlar en yalın, sade haliyle en hafif geçişlerle izleyiciye sunuluyor ve film bitiminde de fonda çalan tatlı müzik filmin genel konseptini tamamlıyor. Bu tip Woody Allen'ın filmlerine özgü detaylar yönetmenin filmlerini izledikçe pat pat göze çarpıyor.



      'Whatever Works' de baş karakter Boris Yellnikoff'u bana göre Larry David'den başkası oynayamazdı; 'Curb Your Enthusiasm'dan aşina olduğum Larry David tam bir Boris Yellnikoff, ötesi yok. Filmdeki replikler şahane, inanılmaz düşündürücü ve bir o kadar komik. Yazımın başlığı da filmde Boris Yellnikoff'un ellerini yıkarken mütemadiyen söylediği 'happy birthday Boris, happy birthday to you!' şarkısı. Filmi izledikten sonra aklıma anında gelen ilk sahne Boris'in ellerini yıkarken söylediği bu şarkı oldu, o yüzden de yazının başlığı çok da uygun düştü. İnsanı sıkmayan, hatta aksine daha da rahatlatan hafif geçişleri olan çok sevimli bir film, ben çok beğendim yazmadan duramadım.

27 Ocak 2012 Cuma

Arkadaşlarım Woody, Larry, Jerry

     Her sene Şubat ayı yaklaşırken sanki benim filmim Oscar'da yarışıyormuşcasına ödül töreni için heyecan yapıyorum ve mutlaka özen gösteriyorum o filmlere izlemeye. 84. Oscar Ödülleri'nin adayları açıklanmış, son zamanlarda izleyip de etkisini üzerimden günlerce atamadığım, hatta ara ara aklıma geldikçe etkisine defalarca kapıldığım bir film olan 'Midnight in Paris' de 4 dalda ödüle aday olmuş. Belli oldu, bu sene 'Midnight in Paris' filmi bana ait ve ben onun yarışı için heyecanlanacağım.

Woody Allen'ın nerde bir filmini yakalasam izliyorum; çünkü filmlerinin kurgusuna ve insanı yormayan haline bayılıyorum. İlk olarak 'Match Point' sayesinde başladım Woody Allen saplantısına, sonra tabiki  bir fenomen olan 'Vicky Christina Barcelona' ardından da 'You Will Meet A Tall Dark Stranger' ile devam ettim. Son olarak da 'Midnight in Paris' izleyerek Woody Allen'ın yönetmenliğine olan hayranlığımın seviyesini üst noktalara çıkarttım. İlerleyen günlerde, Woody Allen'ın 'Whatever Works' isimli filmini izleyeceğim ve onun da muhteşemliğinden hiç şüphem yok. Yakın tarih -2000'li yıllar- filmlerini izledikten sonra yavaş yavaş geriye doğru gitmek geçmiş yıllara tarihlenen filmleri izlemek en büyük hedefim şu ara Woody Allen ile ilgili..
     1990-1998 yılları arasında Larry David ve komedyen Jerry Seinfeld'in yaratıcısı oldukları 'Seinfeld' isimli TV serisini uzun bir süre CNBC-E'de her bir sahnesinde gülme krizi geçirerek izledim ve sit-com yani durum komedisinin ne demek olduğunu tam anlamıyla Seinfeld ile anladım. Seinfeld sayesinde Larry David referansına sahip oldum, ardından 2000'lerde ortaya çıkan 'Curb Your Enthusiasm' isimli dizinin hem yaratıcısı hem de baş karakteri olan Larry David'i de hayatıma soktum, izlemeyen, rastlamayan herkesin bir yerden edinip bulup 'Seinfeld' ve 'Curb Your Enthusiasm' ı izlemesini tavsiye ederim. Larry David isimli bu süper-komik insan 'Whatever Works'de oynuyor, o yüzden sabırsızlıkla zaman bulup o filmi izlemeyi bekliyorum.
     Bahsettiğim isimlerin, dizilerin, filmlerin gerçekten de insan ruhuna eğlence+rahatlama unsuru olarak bambaşka bir etki yaptığına inananlardanım.
    Bu üç ismin sanki hep tanıdığım biriymiş gibi hayatımda önemli bir yere sahip olduklarını, yaptıkları işleri sıkı bir takipçi olarak takip etmemin hayatımdaki yerleriyle oldukça örtüşen bir özellik olduğunu da biliyorum.  .
 

14 Ocak 2012 Cumartesi

Sabancı Müzesi İçin Kutlanacak İki Mesele


                             

   Malum 2012 itibariyle Türkiye - Hollanda arası ilişkilerin 400. yılını kutluyoruz. 400. yıldan başka Sabancı Müzesi bir de açılışının 10. yılını kutluyor.

   Bu vesileyle de 22 Şubat'da yine oldukça ses getirecek bir sergi açmaya hazırlanıyor: 'Rembrandt ve Hollanda Resmi'nin Altın Çağı'. Adı bile gümbür gümbür bir etki yaratmıyor mu?




  Hollanda ve genel itibariyle Avrupa sanat tarihinin önemli sanatçılarından Rembrandt, tarihte 'ışık ve gölgenin ressamı' olarak tanınıyor. Hollanda'nın 16. yy sonu ile 18. yy'ın başına kadar yaşadığı Altın Çağ'a 17. yy'ın başlarından ortalarına hatta neredeyse son çeyreğine kadar (1606-1669) tanıklık ediyor. Böyle önemli bir ismin İstanbul'da bir sergide yer alacak olması 2005 yılında Sabancı Müzesi'nde açılan 'Picasso İstanbul'da' ve 2008 yılında açılan 'İstanbul'da Bir Sürrealist:Salvador Dali' sergilerindeki etkiyi aklıma getiriyor.
   Rembrandt'ın 'Gece Devriyesi' isimli tablosunun üçboyutlu heykel formu versiyonunu Amsterdam'daki Rembrandtplein'de görmüştüm ve bir tablonun heykel formunda yansıtılma fikrine bayılmıştım; 'keşke onun daha ufak bir versiyonu oluşturulup Sabancı Müzesi'nin o muhteşem bahçesinde yer alsa' gibi ütopik hayallere kapıldım kendi kendime. O tabikide olacak bir şey değil. Belki Rembrandt'ın çok bilinen 'Gece Devriyesi' ve 'Dr. Tulp'un Anatomi Dersi' isimli başyapıtları sergide yer almaz; ama yine de olay bir sergi olur herhalde.

   Rembrandt dışında Vermeer ve Frans Hals gibi önemli sanatçıların da eserleri yer alacak sergide. Vermeer'i 'Kuzey'in Mona Lisa'sı' olarak kabul edilmiş 'İnci Küpeli Kız' ve 'Süt Boşaltan Kadın' tablolarıyla tanıyoruz. Bir arzu/istek/hayal olarak onları da İstanbul'da bir müzede görsem baya mutlu olurdum. 22 Şubat'dan itibaren tüm merakımı giderebileceğim gelen tablolarla ilgili olarak.



       


   Sabancı Müzesi'nde açılacak olan bu sergiye gelecek olan eserler için Amsterdam'daki Rijksmuseum ile bir işbirliği oluşturulmuş, sadece bununla sınırlı kalınmayıp Hollanda ve Amerika'daki pek çok müzeyle de bir işbirliğine girilmiş.

    Sabancı Müzesi'nde 22 Şubat'da açılacak olan sergi, 10 Haziran'a kadar da devam edecek.
    Bekliyorum, bekliyoruz.

10 Ocak 2012 Salı

Önce sadece Mrs. Dalloway vardı, sonra yanına başka başka hikayeler eklendi

 
   Son zamanlarda okuduğum kitaplar arasında beni en çok etkisinde bırakan ve haliyle aklımda epey yer edinen iki kitaba bu yazımda yer vermek istedim. Bu iki kitabın önemli bir özelliği var o da ikisinin de arka arkaya okunmalarının gerekliliği. İlk kitap, Virginia Woolf'un 'Mrs. Dalloway' kitabı diğeri de Michael Cunningham'dan 'Saatler'.
    Kafası tamamen çağrışımlarla dolu bir insan olarak Virginia Woolf benim için alalade bir isim değil. 9-10 yaşlarındayken babaannemin evindeki kitaplıkta Virginia Woolf ile ilgili bir kitap bulmuştum, biyografik bir kitaptı. İncelemiş incelemiş bir kenara bırakmıştım, tek aklımda kalan Virginia Woolf'un kendini bir ırmağa bırakarak intihar etmesiydi. Okuma ile ilgili kendimce bir bilinç kazandıktan sonra aklıma Virginia Woolf'un bir-iki kitabını okuma fikri yerleşti.
   Beyoğlu'ndaki Can Yayınları'na gittiğimde öylesine dolanırken Virginia Woolf kitaplarının bulunduğu raf gözüme çarptı ve hemen Virginia'nın klasikleşmiş kitaplarından biri olan 'Kendine Ait Bir Oda'yı seçtim. Bu kitap, Mrs. Dalloway'den ziyade Virginia Woolf ile daha bir özdeşleşmiştir sanki..'Kendine Ait Bir Oda'dan vazgeçip Mrs. Dalloway'de karar kıldım, o sırada bana Can Yayınları'ndaki görevli yardımcı oldu ve Michael Cunningham'ın 'Saatler' kitabını da önerdi ve onu da aldım. İki kitabı arka arkaya okumamı tavsiye etti. Ben de öyle yaptım.
   Virginia Woolf'un kendisiyle özdeşleşmiş olan 'bilinç akışı' (stream of conciousness) tekniği Mrs. Dalloway'de fazlasıyla hissediliyor. Bazı yerlerde kitap, esas olaydan uzaklaşılmış, kopuk bir izlenim yaratsa da okuyanı baya baya içine çekiyor. 'Bilinç akışı'tekniğiyle Virginia aklına ne gelirse kağıtlara dökmüş ki bu da onun edebiyat dünyasında bu teknikle anılmasını oldukça destekleyen bir şey.
   Mrs. Dalloway'den sonra 'Saatler' kitabına geçiş yaptım, kitabın öndeyiş bölümündeki Virginia Woolf'a saygı niteliğinde yazarın içinde bulunduğu durum ve intiharıyla ilgili olan kısım çok çarpıcı. 'Saatler' kitabındaki farklı hikayeler ve bu hikayelerin birbiriyle bağlantısı muhteşem! Kitap, okundukça daha da hızlı okumak için çaba sarfedilen bir kitap; çünkü işin ucunda bağlantıların nereye varacağıyla ilgili okuyucuda oluşan merak var. Bana göre Virginia Woolf'un 'Mrs. Dalloway' kitabını tamamlayan unsur Michael Cunningham'ın 'Saatler' isimli kitabıdır. Aynı zamanda 'Saatler' kitabının 2002'de filmi de yapılmış ve bu film pek çok ödül de kazanmıştır.

9 Ocak 2012 Pazartesi

Olay sadece laleden ibaret degil..

   Hollanda - Türkiye ilişkilerin 400. yılının kutlandığı 2012 beraberinde sergileri de getiriyor. 14 Mart 1612'de Hollanda'dan Cornelis Haga isimli elçinin Osmanlı İmparatorluğu'na adım atmasıyla başlayan ilişkiler tarih boyunca önem arz ediyor. İki ülke arasındaki ticari ilişkilerin önemini sanatsal bağlamda yansıtabilmek adına şu anda üç kurum 400. yıl şerefine açacakları sergileri duyurdular bile.

   Pera Müzesi, 21 Ocak - 1 Nisan 2012 tarihleri arasında 'Sultanlar, Tüccarlar, Ressamlar' adı altında bir sergi açıyor. Bu sergide, 17.yy'dan 19.yy'a kadar Amsterdam'daki Belediye Binası'nın Doğu Ticaret Odası Bölümü'nde sergilenen eserler yer alacak. Pera Müzesi'nde açılacak olan bu sergide Amsterdam'daki Rijksmuseum ve Lahey'deki Nationaal Archief'in de katkıları bulunuyor. Rijksmuseum yani ulusal müze koleksiyonu açısından oldukça zengin bir müze. Nationaal Archief ise Hollanda'nın ulusal belleği olarak kabul edilen koleksiyonunda sayısız döküman, fotoğraf ve harita barındıran bir kurum. Web siteleri de bilgilendirici ve kapsamlı. Linkleri: www.nationaalarchief.nl ve www.rijksmuseum.nl.

   Hollanda - Türkiye ilişkilerinin 400. yılı adına sergi düzenleyen bir diğer kurum da SALT. Beyoğlu ve  Galata olmak üzere iki farklı mekanı bulunan kurum, önemli bir sanat platformu. 27 Ocak - 6 Nisan 2012 tarihlerinde 'Eindhoven - Saltvanabbe 89'dan Sonra' isimli sergiye ev sahipliği yapıyor. SALT'ın işbirliği içerisinde olduğu kurum Hollanda'nın Eindhoven şehrinde bulunan Van Abbemuseum. Bu sergide 1989'dan günümüze Van Abbemuseum koleksiyonundan işler ile Türk sanatçılarının işleri bir araya geliyor. Hollanda - Türkiye ilişkilerinin 400. yılı adına SALT'da 2012 süresince üç sergi olacak. 27 Ocak'da açılacak olan ilk sergi hem SALT Beyoğlu'nda hem de Galata'da açılacak ve bu sergi, uluslararası platformda iyi tanınan; ancak İstanbul'da yeterince tanınmayan ya da işleri hiç gösterilmemiş olan 15 sanatçının 40'dan fazla işinden oluşacak. 2012 süresince diğer iki sergi de Nisan - Ağustos ve Eylül - Aralık dönemlerinde açılacak. Bu iki sergiden biri 1968 - 89 arası üretilen işlerden oluşurken diğeri 1968 öncesi işleri bir araya getirecek. Bu işbirliğinin Türk sanatçıları açısından bir güzel yanı var ki o da Türkiye'den seçilen işlerin Van Abbemuseum koleksiyonuna eklenmek üzere değerlendirmeye girecek olması. Van Abbemuseum linki de www.vanabbemuseum.nl

   İstanbul Modern de 'La la la İnsan Adımları' isimli sergide hem 16. yy gravür sanatçılarının eserlerini hem de çağdaş sanatçıların video, performans, enstalasyon gibi teknikleri kullanarak ortaya koydukları eserleri bir araya getiriyor. Rotterdam'da bulunan Boijmans van Beuningen Müzesi'nin koleksiyonundan 28 sanatçının eserlerinden oluşan seçki, 3 ana başlık altında sergide yer alacak. Boijmans van Beuningen Müzesi Direktörü Sjarel Ex'in küratörlüğünü üstlendiği 'La la la İnsan Adımları' Sergisi'nde Tarihsel Karşılaşmalar - Kişisel Karşılaşmalar - Toplumsal Karşılaşmalar başlıkları altında eserler içerdikleri anlam ve konumları açısından yerlerini alacak. 'La la la İnsan Adımları' Sergisi hem geçmiş dönemde ortaya konmuş işleri hem de Türkiye'de yeterince tanınmayan çağdaş sanatçıların işlerini bir araya getirerek geçmişle şimdiyi bir arada sunuyor. Serginin açılış tarihi 17 Şubat. 6 Mayıs'a kadar devam edecek sergi, bir geçmiş-şimdi ilişkisi sunması açısından mutlaka görülmeli. Boijmans van Beuningen Müzesi'nin web sitesi de oldukça kapsamlı. Linki; www.boijmans.nl

   Hollanda - Türkiye ilişkilerinin 400. yılı adına 2012 süresince düzenlenecek sanatsal etkinlikler şimdilik böyle..Zaman içinde gerçekleştirilecek diğer etkinliklerin de duyuruları çeşitli kurumlar tarafından yapılacaktır mutlaka. Tanıdık konular olarak zaman zaman konuştuğumuz, dinlediğimiz tarihte Hollanda - Türkiye arasında sürüp giden ticari ilişkiler, 'lale Hollanda'ya mı Türkiye'ye mi ait?' tartışmaları, İstanbul ve Amsterdam'ın liman kenti olmaları gibi mevzulardan yola çıkarak bu 3 sergiyi gezmek baya faydalı olacaktır..

 

8 Ocak 2012 Pazar

Herkesin havaalanlarıyla ilgili ortak bir çağrışımı varmış demek ki..



Ne zaman ki, her nerde olursa olsun 'The Girl With the Dragon Tattoo' kitabını görsem, bu başlık aklıma gelse hemen otomatik gözümde bir havaalanı görüntüsü, uçaklar canlanır. Bu kitabın varlığını birkaç sene önce havaalanında bu kitabı çılgınca okuyan 1-2 insan sayesinde farketmiştim kitapçılarda da uzun bir süre liste başı olduğunu gördüm. Okuma fırsatım olmadı, sadece konusu hakkında az buçuk fikir sahibiyim. Şimdi filmi geliyormuş vizyona.

Başrolde Daniel Craig'e ait, dünya çapında Pierce Brosnan'dan sonra 007'lik koltuğuna en yakışan isim. Röportajını okurken kitapla ilgili yaptığı yorumlar, kitabın nasıl farkına vardığıyla ilgili söyledikleri tamamen benim cümlelerimdi. Böylece Daniel Craig'le ortak bir belleğe ve ortak çağrışımlara sahip olduğumuzu düşünmeye başladım. Hiç durmaksızın havaalanlarındaki bir dönem bu kitaba saran insan profilinden ve liste başı olma durumlarından bahsediyor röportajda.

Her neyse, Craig bu filmde baş karakter olan gazeteci Mikael Blomkvist'i canlandırıyormuş, Salander isimli hacker da The Social Network filminde Mark Zuckerberg'in kız arkadaşını canlandıran Rooney Mara olmuş. Nedense Salander rolü için aklıma ilk Natalie Portman geldi, bu sefer de yönetmen koltuğunda oturan David Fincher'la ortak çağrışımlara sahip olduğumuzu düşünmeye başladım meğersem o da bu rol için Natalie P., Scarlett Johansson ve An Education isimli muhteşem filmde oynamış Carey Mulligan'ı düşünmüş. Ama piyango T.S.Network'deki Rooney Mara'ya vurmuş sonuç itibariyle.

Bende bunca kendi çapında çağrışıma sahip olan bir filme gitmemek baya filme karşı ayıp olacağından, 13 Ocak itibariyle vizyona girecek olan bu filmi beklemeye adıyorum kendimi. 

'Bir Ülke Değişirken..'

Sabancı Müzesi'nin çarpıcı sergilerini oldum olası sevmişimdir. Bazen orda bulunan güncel sergi açılalı çok zaman olmuştur, ben gitmiş gezmişimdir ve huzursuz olur dururum 'yenisi ne zaman gelecek?' diye. Sergilerden ziyade ortamı da harika. Geçen gün mail kutuma düşen bir mail yeni sergiyi bana haber verdi. Sergi halka açılmadan 1 gün önce belli kişilerin ön izlemeye davet edildiğini farkettim. O 'belli kişiler' içine ben nasıl girdim hiç bilmiyorum ama beni bundan çok yeni sergi olması ve sergi konusunun bağlamı heyecanlandırdı.

Serginin ismi 'Bir Ülke Değişirken - Tanzimat'tan Cumhuriyet'e Türk Resmi'. Sonradan öğrendim ki bu süresiz bir sergiymiş yani Sakıp Sabancı Koleksiyonu, müzenin içerisinde yeni yapılan özel galeride devamlı olarak sergilenecekmiş. O yüzden belli bir süre kısıtlaması yok tabikide; ama harika bir kronoloji sunması, dönem içindeki farklı sanat anlayışlarını birebir önemli eserler üzerinden yansıtması adına hemen gidilip görülmesi ve sindirilmesi gereken bir sergi. Bir koleksiyonun sergilenmesinin bilimsel danışmanlığı Prof. Dr. Semra Germaner ve Doc. Dr. Ahu Antmen'e ait.

Yaklaşık 100 eserden oluşan bu seçki, Osmanlı'dan Cumhuriyet'e resim sanatının nasıl ortaya çıkıp da hangi aşamalardan geçerek gelişme gösterdiğini sanatçılar ve teknikleri açısından çok güzel gözler önüne seriyor. Sadece sanatsal anlayış değil, dönemin genel yapısı, ideolojisi gibi farklı başlıklara da ipucu oluşturuyor. Genel sanatsal bir altyapı oluşturmak adına birebir.Sergiyi gezdikten sonra da o kadar muhteşem-heybetli eseri sindirmek için Müzedechanga'da oturmak adeta bu geziyi tamamlayan bir süreç.

7 Ocak 2012 Cumartesi

Giriş yazısından sonra kayda alınacak ilk yazı bir film ile ilgili olabilir..?

Çok büyük söylemlerle bu blog'u açıklamadığımı umut ediyorum. Beklenti büyük olmasın, zamanla gelişeyim istiyorum bu blogculuk konusunda..İlk başlarda yazdıklarım acemice olabilir, kabul ediyorum. Geçtiğimiz hafta iki süper sergi gezdim (Suretin Sireti - Pera Müzesi & Nil Yalter/20.yy-21.yy - Galerist); ancak sergi süreleri bittiği için şu an onları yazmam pek de bir anlam ifade etmeyecek. Ama bir iki ipucu vermek adına Suretin Sireti, TC Merkez Bankası Koleksiyonu'ndan bir seçkiden oluşuyordu. Türk Resim Sanatı Tarihi'nde kendini konumlandırmış büyük sanatçıların işlerinden oluşuyordu. Zeki Faik İzer, Nejad Devrim, Fikret Mualla, Abidin Dino ve pek çoğu..Nil Yalter/20.yy-21.yy Sergisi ise Türkiye'de video sanatının öncü isimlerinden Nil Yalter'in 1979-1980 yılları arasında ürettiği video işlerini ve 2005-2008 yılları arasında ürettiği tablolarından oluşan bir sergiydi. Her iki sergi de sona erdi; ancak Nil Yalter'in 'Şu Gurbetlik Zor Zanaat' isimli video işi İstanbul Modern'de 'Hayal ve Hakikat' sergisinde yer alıyor.

Sergilerden birazcık uzaklaşacak olursam eğer dün izleyip de etkisinde kaldığım bir filmi burda paylaşmazsam delirebilirim. Film, 'Little Children'. 2006 yapımı bir film ve 3 dalda Oscar'a aday olmuş. Başka ödüllere de aday olmuşluğu var ama en popüler ödül Oscar tabikide. Sarah (Kate Winslet) ve Brad (Patrick Wilson) baş kahramanlarımız. Yer yer acayip bir gerilim yaratan bir film bana göre. Filmin bir diğer dikkat çeken noktası da 'Elm Sokağı'nda Kabus' filminde herkesin potansiyel kabus kahramanı Freddy Krueger'ı canlandıran Jackie Earle Haley'nin en az Freddy kadar kabus bir karakterde olması. Filmi tavsiye ediyorum ama illa izleyin diye de tutturmuyorum. Sadece güzel film, rastlayan olursa izlesin gerilsin.

Neden Bir Blog Açma Fikri?

Neden bir blog açmaya karar verdim? Aslında cevabı çok basit tamamen teknolojinin nimeti. Müzecilik Yüksek Lisans Programı'nda en nitelikli derslerimden biri olan Bilgi ve Belgeleme Yöntemleri dersinde hocalarım sevgili Zeynep Rona ve Behiye Bekem gittiğimiz sergiler, katıldığımız kültürel etkinlikler, filmler, kitaplar hakkında yazılar-yorumlar yazabileceğimiz bir defter oluşturmamız konusunda harika bir fikir verdiler bize. 2009 senesinden beri oldukça kalın bir defteri her etkinlik-sergi gezisi ertesi doldurur dururum, yazmaktan yorumlamaktan elim kopar durur. Kaç zamandır biraz daha teknolojik olmalıyım bu defteri sanal ortama taşımalıyım böylece vakit ayırdığım onca sergiyi paylaşma olanağı yakalayabilirim diye düşünürken sanki içimdeki bu fikri okumuşcasına fikirlerine öngörülerine çok önem verdiğim arkadaşım Safak, bir blog açmam konusunda beni moda soktu Nazlı da ona destek çıkıp olayı daha da tetikledi. Blog'u hayata geçirme fikrim de böylece ortaya çıkmış oldu.