26 Mart 2012 Pazartesi

All Good Things



    Herkesin heyecanla vizyona girmesini beklediği popüler, ses getiren filmler vardır, bunlar hakkında herkesle aynı anda yorumlar yapmak bana göre son derece keyifli; ancak bu tip filmlerin yanısıra bir de zamanında bir şekilde farketmediğim bir sebepten dolayı es geçtiğim filmlere rastlamak ve onları izlemek o filmlere bir hazine gözüyle bakmamı sağlıyor. Neden bilmiyorum ama önemli bir keşifte bulunmuşum gibi bir his yaratıyor bende.
   Dün akşam izlediğim 2010 yapımı 'All Good Things' tam da bu keşif heyecanımı destekler nitelikte. 'All Good Things', New York'un en meşhur kayıp vakalarından birinin filme uyarlanmış hali. Filmde karşımıza, son zamanlarda 'Crazy Stupid Love', 'Drive', 'The Ides of March' filmleriyle sık sık ismini duyduğumuz; ancak kalplerimizi fethetme eylemini çok tipik bir aşk hikayesini anlatan 'The Notebook' ile gerçekleştiren Ryan Gosling ve 'Melancholia' filmiyle 2011'e damgasını vurmuş, zamanın Marie Antoinette'i Kirsten Dunst çıkıyor. Her iki oyuncunun da oynadığı daha pek çok önemli film var tabikide; ama bu iki ismi aklıma getirir getirmez, ilk düşündüğüm filmler bunlar oluyor. 

    'All Good Things' filminde ele alınan kesit, 1970'lerden başlayıp 2000'lerin başında sonlanıyor.
1970'lerde New York gayrimenkul piyasasını elinde bulunduran oldukça güçlü bir baba figürü, babasının gücünü-otoritesini bir şekilde göz ardı eden, ilk bakışta belli olmasa da aslında ciddi problemleri olan ve babası tarafından işlerin başına geçmesi konusunda zorlanan David Marks (Ryan Gosling) ve onun aşık olup evlendiği Katie'nin (Kirsten Dunst) tam anlamıyla rüya gibi başlayan hayatlarının zaman içerisinde sürüklendiği gerilimin ve obsesif aşkın anlatıldığı harika bir gerçek hikaye uyarlaması. Çok iddialı olacak belki; ama insanın kanını donduracak bir kurgu ve olaylar silsilesi filmi etkileyici yapan en önemli etken. 



    'All Good Things' bir yerlerde rastlanması ve alınıp izlenmesi gereken bir film..


4 Mart 2012 Pazar

Rembrandt Beraberinde Pek Çoğuyla Şehre Geldi!


     Daha açılmadan etkisi büyük olan, 2012 kültür-sanat ajandalarını fazlasıyla etkileyeceği her halinden belli olan 'Rembrandt ve Çağdaşları' sergisi 22 Şubat'da Sabancı Müzesi'nde açıldı. Sabancı Müzesi, İstanbul'a müze kapısında 'bir sergi için kuyruk olma' kavramını getiren bir müze bana göre. Açtığı Picasso, Salvador Dali sergileriyle İstanbulluları 'blockbuster' sergi kavramıyla tanıştırdı; yani çok büyük bütçelerle açılan, çok ziyaretçi toplayan, dilden dile dolaşıp herkes tarafından konuşulan, şehrin her bir noktasında afişlerini görebileceğimiz sergi kavramıyla. İngiltere, Amerika, Fransa gibi müzecilik konusunda oldukça ileri bir noktada duran ülkelerin açtığı 'blockbuster' sergilerle yarışır şekilde Sabancı Müzesi bu seneki 'Rembrandt ve Çağdaşları' Sergisi ile yine Emirgan'da uzun kuyruklar oluşturmuş ziyaretçileri görebilmemizi sağladı. 

    Sabancı Müzesi'ndeki sergiyi kuyrukta beklememek adına haftaiçi bir gün gezmeyi tercih ettim. Haftaiçi olmasına rağmen yine de içeride fazla miktarda ziyaretçi vardı. Sabancı Müzesi'nin hiçbir sergisini kaçırmamaya özen gösteririm, genelde müzeye gittiğimde; ben, benim dışımda 1-2 ziyaretçi ve güvenlik ekibi olur sergi salonlarında; ama söz konusu Picasso, Salvador Dali ya da başta Rembrandt olmak üzere Hollanda Resim Sanatı'nın diğer önemli ressamlarıysa durum biraz değişiyor. Böyle gelişmelerin olması çok güzel bir şey tabikide. Bu tip sanatsal etkinliklerle hem müze ziyaretleri çoğalıyor, hem toplumda müzeleri ziyaret etme alışkanlığı gelişiyor hem de gelecek dönem sergileri açısından Sabancı Müzesi güzel bir referans olarak yer ediyor zihinlerde. 


    Daha önceden, Sabancı Müzesi'nde açılacak olan bu sergiye bir yazımda yer vermiştim. (http://birbellekolusturmafikri.blogspot.com/2012/01/sabanc-muzesi-icin-kutlanacak-iki.html). Bu sergide yer almasını istediğim bazı eserler vardı kafamda; ancak bunlar ütopik bir hayal olarak kalakaldı, sergide onlar yoktu. Serginin genel başlığı Rembrandt olarak geçse de ve akla çoğunluklu olarak Rembrandt'ın eserlerinden oluşan bir sergi fikrini getirse de aslında Hollanda Altın Çağı'nın genel hatlarıyla 'Altın Ressamları'nı ele alan bir sergiydi. Rembrandt'la beklentilere kapılıp her yerde Rembrandt'ı aramak gerçekten de diğer ressamlara haksızlık olur. Resimler öyle etkileyici, öyle canlı ki resimden öte bir şey adeta. Bir fotoğraf gibi. Ne kadar yakınına girilirse girilsin kesinlikle insan onun bir resim olduğunu, basbaya boyalarla, insan eliyle çizilerek boyanarak yapıldığını oturtamıyor kafasına. En azından ben öyle bir etkiyle dolaştım sergiyi.
     Ressamların sadece ışığı kullanma, figürleri canlıymış gibi yansıtma tekniğinin dışında serginin bir diğer önemli noktası da ticaret, denizcilik, sanat, bilim gibi alanlarda büyük gelişmeler kaydedip tarihe Hollanda'nın Altın Çağı olarak geçmiş 16. ve 18. yüzyıllar arasındaki döneme ışık tutuyor oluşu. Bu dönemlerdeki yaşantı, halkın tüm alışkanlıkları, tüm yaşam alanlarıyla gözler önüne seriliyor. Dönem ressamları ve onların resimleri ışığında belgesel bir nitelik sunan bu serginin mutlaka görülmesi gerektiğini düşünenlerdenim. 'Kent Sakinleri', 'Portreler', 'Kırsal Yaşam', 'Gündelik Yaşam ve Alışkanlıklar' gibi belli başlıklar altında dönemin genel yapısı açısından çok bilgilendirici bir deneyim. Büyüleyici eserlerden oluşan bu büyüleyici sergi gezisi esnasında fonda bir müzik çalıyor oluşu da Sabancı Müzesi'nin kapısından girer girmez insanı dış dünyadan kopartıp zorunlu olarak serginin aura'sına sokuyor.